Kuş cama inanmaz!

“Başlangıçta hiçbir şey bilmiyordunuz, inanırım; sonra şüphelendiniz. Şimdi her şeyi biliyorsunuz ama hâlâ susuyorsunuz…”  Jean Paul Sartre   

14 Mayıs’ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve 28. Dönem Milletvekili Seçimleri yaklaştıkça kerameti kendinden menkul şirketlerin, hangisinin gerçek hangisinin manipülatif olduğu ancak seçim sonunda ortaya çıkacak olan anketleri havada uçuşmaya devam edecek!

Papatya falıyla gelecek hesabı yaptıkça, oyu değil ama stres katsayısı artan, ceberrut iktidarın son demlerini yaşayan nobran reisine papatya çayı tavsiyesi de pek işe yaramayacak gibi!

Evet, kirli ve puslu bir seçim sathı mailindeyiz!

Ama; kurtlar da puslu havayı severmiş!

Ve kirlenmek de güzelmiş!

Evet, cumhurbaşkanının kim olduğu kadar, hangi partinin, kaç milletvekili çıkaracağının da çok önem taşıdığı bir seçim…

Ama aynı zamanda toplumsal muhalefeti örgütleyebilmenin de kritik anlam taşıdığı bir sınav!

Aslına bakarsanız çoğumuza göre kritik bir final!

İttifakların Cumhur olanı ile belki de ülke tarihinin en yoz, en yobaz, en gerici ve en faşist kadrolarının birlikteliğine şahit oluyoruz!  

Kürtler Meclis’e girmesin! diye getirilen %10 seçim barajının ötekileştirilenlerin partisi HDP tarafından 2015’te yerle bir edilmesi üzerine, bu kez baraj altında kalan iktidarın küçük ortağı MHP’yi kurtarmak ve ittifakları olabildiğince işlevsizleştirmek amacıyla %7’ye düşürülen seçim barajı ve yeni seçim yasasının satranca çevirdiği seçim hesapları eşliğinde, aslında garabet bir seçime, doludizgin gitmekteyiz!

Yapılan yeni düzenlemelerle ittifak partileri belki baraj sorunu yaşamıyorlar ancak içinde bulundukları ittifakın artık oy avantajından yararlanarak milletvekili çıkarması engellenmiş ve küçük partilere sağlanan katkı da azalmış oluyor.

Kısacası seçime ittifak çatısı altında, ancak ayrı liste ile girecek ittifakların temsil gücü azalıyor.  

Aslına bakarsanız ittifak partileri, Schopenhauer Kirpileri’ne dönmüş durumda; soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki birlikteliği, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdürmekle yükümlüler!

Ve her birimiz asrın felaketine karşı asrın dayanışması örgütleyip ya yeniden doğmak için yangınlar çıkaracağız ya da hep birlikte tarihin karanlık dehlizlerinde yok olacağız!

Halkların Demokratik Partisi (HDP), Türkiye İşçi Partisi (TİP), Emek Partisi (EMEP), Emekçi Hareket Partisi (EHP), Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP), Sosyalist Meclisler Federasyonu’ndan (SMF) oluşan Emek ve Özgürlük İttifakı, ötekileştirilen ve şeytanlaştırılan toplumsal kesimlerin demokratik dayanışma ve direncinden güç alıyor. 

%13’e kadar oy almayı başarmış HDP de aslında HDK’nın (Halkların Demokratik Kongresi) yani; Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerine ilave olarak Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP), Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKP), Birleşik Devrimci Parti (Devrimci Parti) ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) ile çok sayıda sol sosyalist çevreden oluşan muhalif demokrasi güçlerinden oluşmakta. 

Ve evet;

Tabidir ki ittifak bileşenleri neyin gitmesi konusunda hemfikir olup, neyin geleceği ve süreçlerin nasıl işleyeceği noktasında farklı görüşlere sahip olabilirler… 

Evet!

Mücadele alanlarında dayanışma ile kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı’nda eşitlerin birincisi yoktur!

Ve evet;

Masa başında kurulmadığından, masa başında da dağılmaz!

Bu kadar girizgah yeter meramın ne kardeşim mi, diyorsunuz?

Şimdi ona geleceğim!

Eğer son anda bir değişiklik olmazsa; Emek ve Özgürlük İttifakında yer alan EMEP, HDP, EHP, TÖP, SMF Yeşil Sol Parti çatısı altında seçime girerken, TİP ise seçime belirlediği seçim bölgelerinde kendi logosuyla girecek.

Emek ve Özgürlük İttifakının üstünde ortaklaştığı ve daha önce kamuoyuna açıklanan “bildirge”nin güncelleştirilerek Yeşil Sol Partisi çatısı altında seçime girecek partilerin ortak “seçim bildirgesi” olacağı, ittifak partilerinin “eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik” ilkesini benimseyeceği de belirtiliyor.

Son zamanlarda Türkiye İşçi Partisi’nin yurttaş nezdinde yakaladığı rüzgarı fark etmemek mümkün değil… Hiç kuşkusuz onların seçimde alacakları %3 oy, ittifak oyunu %15’lerin çok daha üzerine taşımaya yardım edecektir…

“Kuş cama inanmaz!” der, John Berger… 

Ve evet!

Aslında her birimiz kendi bilgisinin dervişleriyiz…

Peki!

Yeni bir başlangıç için kendi kaderini tayin mi kendine bile meydan okuma mı yoksa istencin akla karşı çıkışı mı?  

Peki!

Basit bir gerçeği inkâr etmek için çok mu fazla yalan var?

Peki!

Sonradan günahkar ruhlarımızı arındıracak itiraflar, kurbana bir fayda sağlar mı?

Sahi yahu!

Kendi mahallemizin bıçkın delikanlılarına bu kadar da celallenmeli miyiz?

Baştan söyleyeyim bu satırların yazanı, iflah olmaz bir romantiktir!

İflah olmaz bir romantik olarak sınıf mücadelesinde sınıfta kalanlardan da self determinasyona karşı duranlardan da olmak istemem!

Ama!

İçinde bulunduğumuz olağanüstü süreçte emekten, barıştan ve demokrasiden yana güçlerin hem ortak ve birleşik mücadeleyi güçlendirmesi ve kararlı bir şekilde sürdürmesi hem de mecliste mümkün olduğu kadar çok vekille temsil edilmesi büyük önem taşıyor. Aynı zamanda bu birlik, yeni dönemin belirleyici ve etkin bir gücü olmak zorunda…

Ama!

Yurttaşların siyasi tercihlerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne eksiksiz yansıması ve temsilde adaletin sağlanması amacıyla yapılan seçim ittifakı ile hepimizin ortak hedefi; demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi ilkeler temelinde, halkın gerçek egemenliğine dayanan bir demokrasinin inşasını sağlamak olmalıdır.

Ve sistemin en büyük açmazıdır; kendini yok etmeye kararlı bir toplum!

Ama! 

Zaman vicdanın yükünü giderek ağırlaştırsa bile karşı çıktığınız ayıba da ortak yapmaz! 

Daha durun!

Şimdilerde bizler uygulanan şiddete bile şaşıramıyoruz!

Kırk katır mı kırk satir mi?

Yoksulluğumuzun özgürlüğünde; gitmediği şehir hastanesinin hastası, inmediği havalimanının yolcusu ve geçmediği köprünün geçiş garantisiyiz, yaftanın boynumuza asıldığı ve bedelinin hesabımıza yazıldığı!

Sizin de bizim de zerrecikleri olduğumuz ve biteviye tersine çevrilen kum saatinde, şiddetin kurumsallaştığı ceberrut bir rejinin çektiği toplumsal korku filminin son perdesi sezon sonu finalindeyiz!

O halde!

Ne insana ne isyana mı;

Ya insana ya isyana mı inanacağız!

Bütün avukatları öldürüp toplumu hizalayan sisteme karşı, alayına isyana ve insana inanacağız!

Sonuna kadar…

İhtisas-ı rey

Yok yok yanlış yazmadım, merak buyurmayın!

Aslında ihsas-ı rey bildirecektim ama ucube sistem nedeniyle neredeyse her seçim sathı mailinde oy kullanmakta ne kadar mahirleştirildiğimizin ve bu konuda nasıl ihtisas sahibi olmak zorunda kaldığımızın da görülmesini istedim!

Evvelemirde;

Efendi’me Söyleyin” tarafımız da oyumuz da belli!*

Artık yeter!

Söz de karar da milletin!

Başkaldırıyoruz!

Ama siyasetin uzlaşı sanatı, demokrasinin de diyalog ve uzlaşı kültürü olduğunu unutmuyoruz…

Güçlü politik ilkeler ve politik etik çerçevesinde; toplumu ve yaşamı değiştirmek/dönüştürmek isteyen insan, uzlaşıdan da başkaldırmaktan da korkmaz!

Siyasi zevatımızın günümüzde bile bir türlü idrak edip içselleştiremediği demokratik cumhuriyet paradigmalarının 2500yıl öncesindeki Atina Şehir Devleti demokrasisinden doğduğu ve toplumsal sözleşmenin bir Yunan yorumu olduğundan bahsedip milliyetçiliğinizi zıplatmak niyetinde değilim!

Ama Rousseau‘nun siyasi bir sistemin kurulabilmesi için en iyi yöntemin toplumsal sözleşme olduğunu açıkladığı ve “yasama gücü halka aittir ve yalnızca ona ait olabilir” cümlesine dikkatinizi çekmek isterim…

Geniş yetkilere sahip çoğulcu bir parlamentonun bulunduğu, kuvvetler ayrılığının tam anlamıyla işlediği, denge ve denetleme mekanizmalarının gerçekten etkili olduğu, yürütmenin vesayeti altında olmayan bağımsız yargının ihdas edildiği, katılım, müzakere ve demokratik uzlaşı esasına dayalı, evrensel temel hak ve özgürlüklerin en geniş şekilde sağlandığı, toplumsal barışın tesis edildiği, kuvvetler ayrılığının yerele doğru genişletildiği, yerel yönetimlere yetki ve kaynak devrinin güvence altına alındığı güçlü demokratik parlamenter sistemde Türkiye Cumhuriyeti’nin bu yeni yüzyılı aynı zamanda; sivil, eşitlikçi ve özgürlükçü, yeni bir toplumsal sözleşme ile taçlandırılmalıdır.

Bunun en geniş toplumsal mutabakat ile sağlanması yönünde, Emek ve Özgürlük İttifakı paydaşlarından HDP’nin 2021’de deklare ettiği “Tutum Belgesi” ile Millet İttifakı’nın “Ortak Politikalar Mutabakat Metni” üzerinden yeni bir toplumsal sözleşmede; hem ezberleri bozup hem karşılıklı önyargıları aşıp hem de ilkesel kalarak, ortaklaşma ve uzlaşma arzusu ve niyetinde olma ile bu niyeti gerçekçi edimlerle gösterebilmeyi; önemli bir eşiğin aşılması diye düşünmekteyim…

İktidarın antidemokratik uygulamaları sonucu yaşanan ekonomik ve sosyal krizin enkazı altında çırpınan halkın bir de 11 ildeki depremin enkazı altında kalması mevcut kaosu katmerleştirmiştir… Yaratılan toplumsal dilemmaya rağmen; halkın adaletsizlik, eşitsizlik ve artan yoksulluk karşısındaki haklı talepleri iktidarın baskısı ile karşılaştıkça bu durumun sandığa yansıması da toplumsal başkaldırı da kaçınılmaz hale gelmiştir.

Burada yamulttukları sistemi, koşulları doğru tanımlayarak yeni toplumsal gerçeklikler üzerine kurgulamak Biz’lere düşüyor…

27 Eylül 2021’de deklare ettiği “tutum belgesine” uygun olarak HDP’nin tavrı; keyfiliğin ve zorbalığın kurumsallaştırılıp kalıcılaştırmayı hedefleyen, yaşanılan çoklu krizin ve çözümsüzlüğün başlıca kaynağı olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ve bu sistemi besleyen yapıların değiştirilmesi hedefine ulaşma amacına yönelik, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilkesel buluşmadır. Tabidir ki ortak hedef, bütün kuvvetleri ve nihai karar yetkisini tek adamda birleştiren otoriter ve tekçi sistemin yerine güçlü demokrasinin, çoğulcu demokratik sistemin tesis edilmesini sağlamaktır.

Bu bağlamda ülkenin bu en önemli virajında, diğer muhalif siyasi aktörlerin, tarihi ve demokratik sorumluluk bilinciyle hareket etmesi ve olası kazanımların tehlikeye atılmaması gerektiği, aksi takdirde tarih önünde ve toplumsal vicdana karşı hesap verme gerçeği ile yüz yüze kalacaklarını belirtmek isterim.

Türkiye’de siyaset, siyasetçi denilen zevatı muhteremlerin verili gerçeği eğip bükme kapasitesine dayanır!” demiştim bir yerde; sayın zerzevatın bu kapasitesi de bizlerin bahane üretme lüksü de kalmadı artık bu ülkede!

Hamasetin değil hakikatin, monoloğun değil sıkı bir diyalogun ve birbirini anlama üzerine kurgulanmış retoriğin muhteşem bir performansıdır sunulan…

Sevgili okuyucu içine yuvarlandığımız bu distopik alemden ve dayatılan ucube pespaye sistemden kurtulmak için sayılı günler kaldı…

“Testis unus testis nullus”

Tek şahit şahit sayılmazmış, hepiniz şahit olun o halde;

Bizi öldürmek isteyenlerin yaşadığı yerdir, bu ülke!

Artık adaletin; en kötülere ve en zenginlere ulaşamadığı yerdir, bu ülke!

Ülke artık kurban sayılarıyla değil, onların öldürülme biçimleriyle tanımlandığı yerdir!

Gücün insanların olduğuna inandığı yerde durduğu, ama yine de efendiye tapınılan yerdir, bu ülke!

Yaygın yanlışın, bilinmeyen doğrudan evla olduğu yerdir, bu ülke!

Kör inancın mantığı öldürdüğü yerdir, bu ülke!

Belki de hiçbirimizin fark etmediği bardağı taşıran o son damlanın çok ağır olduğu yerdir, bu ülke!

Belki affedip helalleşebildiğiniz ama artık unutamayacağımız yerdedir, bu ülke!

Vira bismillah, eyvallah başlıyoruz o halde…

Gün dayanışma ve başkaldırı günüdür; o gün de bugündür…

Birlikte başaracağız!

1oy Emek ve Özgürlük İttifakı’na 1oy da Piro’ya o halde…

* Haziran 2015 Seçimleri öncesi Özgür Gündem Blog’da yazdığım 26.03.2015 ve 07.04.2015 tarihli 2 yazının başlığıdır

Blog’a ulaşılamayacağı için göz gezdirmek isteyenlere link paylaşıyorum https://riyalemi.wordpress.com/2016/03/24/efendime-soyleyin/ https://riyalemi.wordpress.com/2016/03/24/efendime-soyleyin-ii/

Karanlığa bir mum yak!

Aydınlıkla karanlığın, iyi ile kötünün savaşı hiç biter mi!?

1981 yapımı Zafere Kaçış filmini hatırlayanınız var mıdır? Bilmeyenler için kısaca film; 2. Dünya Savaşı’nda Nazi subaylarının propaganda amaçlı düzenledikleri ve müttefik savaş esirlerinden oluşan bir ekip ile Alman Milli Takımı’nın futbol karşılaşmasını ve bu arada da müttefik askerlerinin kaçma planlarını konu alır. Maçın ilerleyen dakikalarında hakemin de her şeye göz yumması sonucu müsabaka futbol olmaktan çıkar, neredeyse linçe dönmesine ve devre arasındaki kaçma fırsatına rağmen karşılaşmanın ikinci yarısına çıkılır! Filmin en dokunaklı sahnesi ise finalidir; gösterilen irade karşısında maç sonunda Alman seyircileri bile sahaya inip müttefik oyuncuları stadyumdan kaçırır…

Nereden çıktı diyenler için, Bursa desem!

Yeşil-Beyaz ile Yeşil-Kırmızı-Beyaz renkli takımların pazar günkü maçı desem!

Ülkenin futbol federasyonun yani TFF’nin kabul ve tescil ettiği adıyla Amedspor’un Bursaspor ile yaptığı ve adına müsabaka denen ucube durum desem!

Ve Bursaspor-Amedspor maçı öncesi, maç esnası ve maç sonrası yaşanan ağır provokasyon ve ırkçı saldırılara karşı duyarsız ve sessiz kalabilmek mümkün mü? Desem!

Ve ne yazık ki bizim Bursa’da olanlar bu Hollywood filmindeki gibi mutlu sonlanmıyor! Desem!

Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri olur mu? Desem!

Desem de desem!

Baskı ve zorbalık ile kurgulanan demokratik hukuk devleti müsveddesinde; çetelerin kol gezdiği, kötülüğün sıradanlaştığı, korkunun sadece etin içinde kalmadığı, insanın ilk fıtratta barbarlaştığı, gaddarlıkta sınır tanımadığı, şiddetin meşrulaştığı ve ölümün kutsandığı karabasan gibi bir dönem…

Bilmeyenler için zamanın Gayya kuyusuna aktığı, tarihin karanlık sayfalarındandır, 90’lar!

Kendini devletin sahibi olarak gören müesses nizam federallerinin derin mafyatik organizasyonunun kirli maşası, bu distopyada dayatılan apokaliptik ideolojinin sopasıdır… Ve bu karanlık dönemle simgeleşmiş ki adıyla çelişik, yargısız infazın faili meşhurudur; “Beyaz Toros” ve “Yeşil”

Vicdan, hafıza ve hakikat arasında, bu kadar idrak yoksunu olabilir mi insan?

Tüm toplumsal erdemler ve ahlaki normların değersizleştirildiği pespaye bir soysuzluk panayırında; bizi öldürmek isteyenlerin ülkesidir, artık bu ülke!

Ama; “Vicdan hatırladıkça hiç bir suç unutulmaz!” *

Çok değil 10 gün kadar önce konumuz yine futbol tribünleriydi. Hükümeti istifaya çağıran Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarını hedef alan, seyircisiz maç oynatma da dahil yaptırım uygulayan iktidar ve küçük ortağı, pazar günü Bursaspor-Amedspor maçındaki ağır provokasyona ve ırkçı saldırılara sahip çıktı! Sahaya bıçak, taş, mermiler atıldı, tribünlerde 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerle özdeşleşen “Beyaz Toros” fotoğrafları ile “Yeşil” kod adlı JİTEM istihbaratçısı ve kontrgerilla Mahmut Yıldırım’ın posterleri açıldı.

Hafta sonu Bursa’da şahit olduğumuz ve toplumun her yanını içten içe sarmış şiddet sarmalının hangi boyuta ulaştığı, toplumsal sinir uçlarının nasıl uyarıldığı ve ne gibi sonuçlara yol açabileceğini özellikle de seçim sathı mailine girdiğimiz şu günlerde, elit siyasi zevatımızın çok iyi bildiğini düşünüyorum!

Bakınız: 7 Haziran 2015 Seçim sonrası neler yaşandı?

Maalesef bu zevatı muhteremler toplumun kabaran sinir uçlarının dalgalarında sörf yapmayı ve buradan nemalanıp oy devşirmeyi çok severler…

Antidemokratik rejimlerde futbolla milliyetçilik arasında hep güçlü bir ilişki varola gelmiş, futbol müsabakaları da hemen her zaman milliyetçi ritüellerin kitlesel bir şekilde icra edildiği “ötekine karşı” gösterilere dönüşebilecek kullanışlı aparatlar olmuştur.

Otoriterlikten totaliterliğe terfiye hazırlanan iktidarın, toplumu kimlikler üzerinden ayrıştıran, çatışmacı gerilim stratejisinin, devleti ve toplumu kuşatması sonucu, baskıcı ve özgürlükleri daraltan kibirli söylem ve eylemlerinin yansımalarıdır; körelmiş vicdan, yabancılaşma, yitirilen ahlaki ve etik değerler…

Exitus acta probat!

Ya sizce?

Amaca giden her yol mübah mıdır?

Yaratılan algı, çarpıtılan gerçeklik sonucu içine yuvarlandığımız cinnet hali; kendinden olmayan, kendi gibi olmayan ve kendi gibi eylemeyen herkesi ve her şeyi bir şekilde yok etmeye odaklanmış “Amok koşusuna” dönüşmüş durumda…

Halbuki;

Farklılıkların bir tehdit unsuru olarak algılanmadığı, zenginlik sayılıp saygı gösterildiği ve onların temel hak ve özgürlük taleplerini ciddiye alan bir anlayışa sahip olmak ve bunu uygulamak, bir arada yaşamanın temel koşulu değil midir?

Ben ve öteki yok “biz” varız…

Hem mazlum hem zalim hem kurban hem katil, en acımasız olanımız da merhamete en ihtiyaç duyanımız da Biz değil miyiz? Aslında!

“Kimi günahları ile yükselir, kimi erdemleri ile kaybeder.” **

Artık erdemlerimizle kaybedeceğimiz o noktayı çoktan geçmedik mi?

Kim bilir?

*Stefan Zweig’ın Merhamet romanındaki kahramanı Teğmen Hoffmiller’a söylettiği ve edebiyat tarihine geçen sözü

**Shakespeare

Yine gaz çıkardık elhamdülillah…

Son yaşananlar üzerine birkaç satir yazmak ihtiyacı hâsıl oldu…

Makus talihimizi yendik!

Şükürler olsun yine gaz çıkardık!

Öncelikle emeği geçen herkese medyun-u şükrân olduk efendim…

Hamd ü senalar olsun…

Bugün gaz yarın sipali inşallah!

Hallelujah…

Ammavelakin peşin hüküm vermeden önce işin uzmanlarının da yanıtlanmasını beklediği bazı sorular da yok değil!

Gazın çıkarılma maliyeti nedir?

Potansiyel rezerv ve üretilebilir rezerv ne kadar?

Saha dağınık mı?

Bulunan gazın kalitesi nedir? Saf mı, yoksa petrolle mi karışık?

Bulunan rezerv, Türkiye’nin yeni “enerji üssü” olmasına ve “eksen değişikliğine” yeter miktarda mı?

Çok da kendinizi yormayın bu sorularla diyeceğim ama! Biliyorum şimdi hepiniz doğal gaz uzmanı kesilmişsinizdir! Artık ne hesaplar ne hesaplar!

Aslında Rus Gazprom’un veya Katar’ın doğalgaz rezervlerinin yanında esamesi okunmayacak bir miktar… (Katar’ın toplam rezervi 25 trilyonmetreküp)

320 milyar metreküple dünyanın önemli doğalgaz üreticileri arasına girmeyeceğiz belki ya da uluslararası piyasadaki fiyatları belirleyecek bir güce ulaşmayacağız; ama her yıl 45-50 milyar metreküp gaz ithal ettiğimizi düşünürsek gazı çıkarmaya başladıktan sonra 6-7 yıl boyunca doğal gaza her yıl harcadığımız 13-14 milyar dolar cebimizde kalacak… Sonrasına da Allah kerim!

Ey iban eden mekkâreler!

Maliyet, kâr ve zarar hesabını size bırakıyorum…

Sanmayın malumatfuruşluk taslıyorum!

İşin açığı müstehzi de değilim…

Aslında, olayın vahametini en iyi idrak edenlerden olduğumu düşünüyorum…

Malûmu ilâm ediyorum!

Gelecek beklentinizi yönetmek istiyorum, efendiler!

Yine de vehmetmeyiniz!

Ol der olur hatta öl der ölür; kün feyekün bana, medh ü sena ona…

Bak farik ve mümeyyiz kardeşim;

Haset etmiyor, ahkâm da kesmiyorum! Tabip olmam hasebiyle şey ediyorum da ; “El çek tabip el çek sinem üstünden, yıktın viran ettin ömrüm sarayım…” diyorsan, o zaman başka!

Yine de dayanamadım, bak biraz anlatayım sana alık dostum;

Şimdi bu gaz çıkarma ve hacet görme aslında tevekkeli değil hem mit hem de tıpta, kadim tarih boyunca netameli işler olmuştur…

Hem Godot’yu bekler gibi beklenir hem de gizlenir…

Bazıları utana sıkıla çıkarırken kimisi de sıkıştıkça gayriihtiyari bırakır…

İnsan bir şişmeye başlamasın kibirinden kabir azabı çeker alimallah!

Ottan ve boktan fosil gibi görünse de hattı zatında tekinsiz şeylerdir yani!

Endazeyi kaçırıp sıçmak da mümkündür, hani!

Hülasa, çıkaranı da çıkaramayanı da anasından doğduğuna pişman eder!

Yersen kuruyu meccanen; ardından da davul, zurna, gırnata eşliğinde verirsin gazı, verirsin gazı sonra da hali ahvalimizi gören düşmanın, hem çatlayıp hem patlayıp ekseni kayar evelallah…

İmdi yedi düvel düşünsün sonunu; velhasılıkelam, yine gaz çıkardık elhamdülillah!

Corona Günlerinde Aşk…

Screen-Shot-2020-03-11-at-14.13.04

Yurttan Sesler Topluluğumuzun şu sıralar temerküz halinde, İtalya’daki gibi balkonlardan olmasa da, sosyal/antisosyal multimedya aracılığıyla kendi çalıp kendi söylediği kakofoni eşliğinde, abidik gubidik arayışlar ve abuk subuk çözümler peşinde koştuğu, her ülkenin tahkim ettiği hayali sınırlarıyla, bir tarafta insanlar ölürken, sanki diğer tarafta sağlıklı kalmak mümkünmüş gibi; Corona günlerinde aşkın, öldüren cazibesine kapıldık, gidiyoruz…

Her ülkenin kendi meşrebine göre takılıp, kendi bacağından asıldığı, kimi zaman milyonlarca insanın evine kapatıldığı, kimilerinin uzun süre hiçbir şeye aldırmadığı, kimilerinin vahşi kapitalizmin insafına terk edilip, Adam Smith’in “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler…” söylemine nazire yaparcasına; bırakınız olsunlar, bırakınız ölsünler denilip, “sürü bağışıklığı” geliştirilmeye çalışıldığı günlerdeyiz!

Peki ya bizde durum ne minvalde?

Bolca makarna stoklayıp, bir güzel tirşik otu çorbasını afiyetle hüpletip, ardından şifa niyetine dut pekmezini lüpletip, Arap sabunu ile yıkanıp, besmele ve tuzlu su ile gusül abdesti alıp, hamsi kolonyasıyla dezenfekte olan halkıma Corona morona vız gelir, teğet geçer, alimallah!

Bir de, bazı aklıevvellerin sözüne uyup, daha önce Wuhan’da uygulanan, şu sıralar İtalya, İspanya ve Fransa’da ilan edilen, zorunlu haller dışında sokağa çıkma yasağı konursa, halkımın daha sık boy abdesti alması da farz olacağından; bize hiçbir şey olmaz, yahu!

Artık makarna stokları tükenene kadar; ha gayret, beline kuvvet… Karantina ertesi 90milyonuz evelallah!

Velhasılıkelam; ekonomik kriz, yargının tam bağımlı siyasallaşması, göçmenlerin sınıra sevkiyatı, İdlip bahane; Covid-19 zatı şahane…

“Zengin, fakir ayırmayan!”, herkese bulaşabilmesi ve herkesi öldürme potansiyeliyle, eşitlik ve dayanışmayı zorunlu kılarak, yeni bir sol dalgayı tetikleyebileceği düşüncesindeki bazı Liberal Marksistlere bakarsak; sınıflar üstü şu viral salgını seveceğiz bile, neredeyse!

Sorular, sorular; aklımda deli, tekinsiz sorular…

Bizim pek de alışık olduğumuz, olağanüstü hal uygulamalarına, Avrupa ne kadar dayanabilecek?

Hastalığın bulaşma riskine karşı uygulanan; esnek çalışma, ücretsiz izin, zorunlu haller dışında sokağa çıkma ve seyahat yasağı, ülke sınırlarını kapama, karantina bölgeleri oluşturma, belli ülkelere seyahat yasağı, ülkeye giriş yapanları tecrit etme gibi önlemler sizce, ilk kimi vuracak?

Var olan işsizliği katmerleştirip, göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığının, daha da büyümesine neden olmayacak mı?

Sırça köşklerinde oturanların da eşiklerine kadar ulaşan bu anarşist neva; hastalığın bulaşmasını önlemek için alınacak önlemlerin giderek daha da faşizanlaşan uygulamalarını meşrulaştırmaz mı?

Küreselleşme ile sınırlar bir bakıma anlamsızlaşmışken, yaşanan viral panikle; sınırların duvarlarla örülü olduğu ulus devletlere yeniden döner miyiz?

Apokaliptik felaket senaryolarının, yaşanan paranoyanın daha da derinleşmesine yol açtığı; daha militarist, daha eşitsiz ve daha şiddet dolu bir distopyanın başlangıcında mıyız?

Vatandaşının yoksulluğu karşısında, devletin hiçliği ile de tanışmış olmayacak mıyız?

Bakıyorum da Ahfeş’in Keçisi gibi başınızı sallıyorsunuz!

Yani böyle giderse; bu kış komünizm gelecek!

Corona günlerinde başka bir şeyden konuşmak da salgından azade olmak da; ne mümkün!

Peki virüsten baha beter olanı, insanların cehaleti, bencilliği ve vicdansızlığı değil mi?

Büyük bir ihtimalle, Corona günlerinden çıktığımızda, hiçbir şey; evlere kapanırken bıraktığımız yerde durmuyor olacak…

Evet ağır bir mirasımız var; sefil hayatlarımızı ihtişamla taşıyan, ölü canlarız artık!

Ve unutmayın;

Hiçbir şey örgütlü vicdansızlığın sonucu olan ahlaksız cehalet kadar bulaşıcı olamaz!

 

Görsel; TV Boy, L’Amore ai tempi del Co..vid-19, Barcelona, 2020

Güzel insandın vesselam…

“Tanıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan,
diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır…
Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendilerine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar…
Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar, onlar oluşurlar.”  Elisabeth Kübler Rose

 

89641004_10157879397230053_1701250109452320768_n

Bir ilk güz sabahı yüz yüze tanıştım onunla… Nöbet ertesiydi, mahmur gözlerle tepeden tırnağa süzdük birbirimizi, kanımız kaynadı hemencecik birbirimize! Yok yok, fokurdadı desem daha doğru olacak sanki…

Yol arkadaşım ve eşim Nure’nin sosyal medyadan arkadaşıydı… “Müftü” diyorlardı kendi aralarında, ona! Pek hazzetmezdim, bu sosyal medya arkadaşlıklarından!

Sonrasında nasıl olduysa ben de müridi olmuştum, onun! Her lakırdıya çakılacak lafı her telden fetvası vardı…

Sevgili Celal’le birlikte sesini duyurmaya gelmişti, Kado’nun oğlu; Bitlis’ten Ankara’ya oradan da İstanbul’a…

İlk karşılaşmalar hep biraz tuhaf olur, endazeye vurursunuz sanki birbirinizi; ölçer, tartarsınız! Öyle miydi? Pek sanmıyorum ama; oradan buradan laflayıp, şöyle bir girizgah sonrası enikonu hasbihâlleştik hani, 3ümüz; kadim dostu ve yayımcısı Celal, ben ve Müftüm…

Söyleyecek o kadar söz biriktirmişti ki, sigara içmemize ve havanın da hafifçe soğuk olmasına rağmen; eli olup da bizi bırakıp içeri giremedi, balkondan! Az için şu zıkkımı diyordu, yalnızca… Hastalığına gönderme yaparcasına…

Sonrası çorap söküğü gibi geldi… Onun deyimiyle, İstanbul’daki adresi olmuştuk… Yedi tepeli bu çukura her geldiğinde, asansör olmadığı için 4kat çıkmayı da göze alarak -başkalarının tüm ısrarlarına rağmen- bizde kalıyordu…

4kat taşımamak için aşağıdaki manava bıraktığımız kitap kolilerini almak uğruna gösterdiği marifet de iltifata mazhardı, hani…

Bu kitapları ben yazdım diyerek, kitap kapağındaki fotoğrafı yüzüne yapıştırmasına rağmen, manavın; yok bunları bana doktor teslim etti, kimseye veremem dediğinde imzalı bir kitabını rüşvet olarak bırakmak zorunda kaldığını her daim yüzümüze vurmaktan geri kalmazdı ya hadi neyse…

Beni Duyuyor musun? diyordu bakışları; Saroyan’ın hemşerisinin!

Sonra Alviran’ın Kızları ile tanıştırdı, bizi!

Alviran Köyü’nün kadınları ve kızlarıyla, “Sevgilim” diye saymaya başladık, her gece yıldızları…

Ve bir gece nöbetteyim, telefona mesajı düştü;

-Sana son kitabın pdf formatını yolluyorum okursun ve kitabın adı ile ilgili olarak da birkaç isimle ilgili olarak ne düşündüğünü yaz… diyordu, Müftüm!

Başlıyorum okumaya…

Bir taraftan da kıyamet kadar hasta var; gelmiyor, yağıyor sanki mübarek! Git gel hasta arasında, başlıyorum soluk soluğa okumaya, sabaha karşı bitiriyorum…

İnanılmaz bir bellek ve o bellekten damıtılmış yaşanmışlıklar eşliğinde aslında çok sevmediğim Ankara’nın o bizim bildiğimiz karanlık dehlizlerinden uzak, yalın, riyasız ve masum öyküler; sevgili Vildan’ın flâneur tanımlamasına cuk oturuyor… Hırlı hırsız mülkünü gezdirirken aynı zamanda yarattığı kalabalığı da suç ortağı yapıyor! Ben, hem dışını hem de içini çok sevdim ve 4gözle kağıdın dokusuna mürekkep kokusu sinmiş halini bekliyorum… Diye, not düşüyorum bir kenara!

Ve böylece de Tele Takılan Uçurtma‘sının peşine düştük, Ankara Hikâyeleri‘nde…

Çok da uzak olmayan bir geçmişin çok dilli, çok dinli yani çok kültürlü yaşanmışlıklarından besleniyordu; Ergun Küzenk…

Yıllarca acıyla hemhal olmuş bu coğrafyanın tüm insanları gibi hüzün, acı ve sevgiyle ama neşe içinde dağarcığında demlediği sözcükleri artık kendine saklamayacak, içini dökecek, gülümsemesinin ardına gizlemeyip, bizlerle paylaşacaktı…

Evet, coğrafya hem kader hem de kederdi buralarda!

İnanılmaz bir gözlem yeteneğinin ördüğü; sade, alabildiğine içten ve bir dengbêj edasıyla sunulan anlatılar, sizi göz yaşlarıyla müstehzi sırıtışların birbirine karıştığı yaşanmışlıkların ta ortasına taşıyordu…

Herkese hep bir şeyleri, ötekileri veya birilerini hatırlattı!

Sevgili Özgül’ün de dediği gibi aslında; “… bizi birbirimize mayalayan insanlığımızı hatırlatıyor.” du, Küzenk’in anlatıları…

Ve o; hepimize benziyor ve hiç kimseye benzemiyordu, aslında!

Bazen ele avuca sığmayan yaramaz bir çocuğun gözüyle gezdirirdi sizi mekanlarında, hayatı tiye alan… Bazen yarım kalmış aşkların epik bir kavuşmasını bazen de aşıkların atışmasını çağrıştırırdı, anlatısı…

Eminim, daha çok anlatacak öyküsü kalmıştır…

3.Kitabının arka kapağında sevgili Vildan’ın da paylaştığı gibi, biz mülksüzlerin evreninde; anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüz oldu, onunla…

Senin söylemeyi en sevdiğinle bitireyim…

Ha buralarım, ha buralarım, yanıyor be Kekom, ha buralarım!

 

Sevgili Ergun Küzenk’in anısına…

Ermeni Soykırımı üzerine editoryal illüzyon

500-333

Türkiye’nin Rojava’ya yönelik düzenlediği Barış Pınarı Harekatı sonrasında, Amerikan Temsilciler Meclisi’nin son kararları üzerine, güya bizim cenahtan ve bizim mahleye seslenen 2internet haber sitesi tarafından geçtiğimiz günlerde ardı ardına yayınlanan ve Ermeni Soykırımı‘nın “sözde” olduğuna vurgu yapan ve resmi ideolojiyi aklama çabasındaki makaleler, “yandaş medya”ya karşı alternatif olma iddiasındaki mahfillerde; gömülü ruhları açığa çıkardı!

T24’de 31Ekim ve 1Kasım’da çıkan Zeynel Lüle ve Fikret Bila’ya ait yazıların sarsıntısını henüz atlatmış ve sindirmeye çalışırken, artçı şok dalgası olarak Gazete Duvar’da Gülgün Türkoğlu’nun dün gece yarısı yayına giren yazısıyla karşı karşıya kaldık!

İdrak yolu enfeksiyonlu bu zevatı muhteremler keşke, Hrant Dink’in 31 Mayıs 2005 tarihli Agos’taki yazısının şu paragrafını okumuş olsalardı:

“…Türkiye’nin bugün önündeki problem ne ‘inkâr’ ne de ‘ikrar’ sorunudur. Türkiye’nin temel sorunu ‘idrak’tır. İdrak sürecinde ise Türkiye’nin ciddi bir şekilde alternatif tarih etüdüne ve bunun için de demokratik bir ortama ihtiyacı var. İdrak sürecini yaşamakta olan bir toplumun bireylerine içeriden inkârı, dışarıdan da ikrarı siyasal baskılarla ya da yasalarla dayatmak haksızlıktır…”

Evet, Hrant’ın sözüdür: “Soykırımın çözümü Anadolu topraklarındadır”…

Oysa, hayâsız hafıza patikasında fâilin mefûlü olunan hakikatin resmî ikrarıdır; sessiz kalınan, rıza gösterilen ve inkâr edilen tarih…

Meşum suçlu geçmişle 100leşmemek adına, hamasi güftelerin retorik ustaları ve öfkeli belagat efendileri iknaya çabaladıkça, duygular tetiklenir ki o da; belagatin düşmanıdır, aslında…

1915 öncesinde 15milyonluk nüfusun yaklaşık 2milyonunu oluşturan Ermeniler, nasıl olduysa, 1915 sonrasında birdenbire ortadan yok olurlar! Ve o gün bugündür bu topraklarda; Kürt’ler yaşadıklarını, Ermeni’ler ise öldüklerini ispatlamaya çalışırlar…

Şimdinin orta yerinde öylece duran değiştirilemez uğursuz geçmişin kitlelerce nasıl algılandığı, düşüncelere ne kadar derin izler bıraktığı ve hangi çıkarsamalara yol açarak eylemleri nasıl yönlendirdiği; konumlandığınız yerden meşrebinizce yürüttüğünüz akıl ve inkâr habitusunun etkisiyle yazdıklarınızın, hem faillerin hem de kurbanların şimdiki nesillerinin yaşamını nasıl etkilediğini hiç düşündünüz mü?

Vicdan, hafıza ve hakikat arasında, bu kadar idrak yoksunu olabilir mi insan?

Kim bilir?

 

Gazete Duvar’daki Gülgün Türkoğlu’nun yazısı kaldırılıp “Bir özür yazısı: İnkarcılığa reddiye” yayınlandı…

İblisin çukuru

1_E76HkmNYgXrT7p3-Fr3xZA

Cehennetin Köpekleri iş başında;
“…ve sizi de
bulacaklar
şimdi
onlardan biri
olsanız
da!”

Fıtratı gereğidir; TC, düşmansız yönetemez!

Ve evet, toplum mühendisliğinde, manipülatif siyaset enstrümanlarının en işlevsel olanıdır; savaş…

Çalarsınız hücum borusunu, verirsiniz mehteri ve tek bir hamleyle tüm toplumu aynı hizaya sokarsınız!

Uzun bir süreden bu yana rejimin aleyhine gelişen toplumsal ve siyasal dinamiklerin; artan işsizlik, yoksulluk ve baskı ile artık ayyuka çıkan yolsuzluk ve adaletsizlik karşısında gelişen toplumsal dayanışma ve dirence karşı uygulanan OHAL zulmüne rağmen yönetme kapasitesini yitiren iktidar bloğunun; kendine utangaç muhalefet eden aktörleri de, 90bin camide birden okunan Fetih Suresi eşliğinde sürüklediği savaş atmosferiyle nasıl da bir kez daha arkasına hizalamayı başardığına şahit olduk…

Müesses nizamın alçak gönüllü taşeronlarıdır onlar…

Peki; barışın kaybedeni, savaşın kazananı olur mu?

Bir aptalın bilge bir cevaptan öğreneceğinden fazlasını, bir bilge aptal bir sorudan öğrenebilir!

Tarihin meşum sayfaları Pirus Zaferleri ile dolu; en kötü barış en haklı savaştan daha iyiymiş!

Ama heyhat!

Sıcak yuvalarınızda kurduğunuz düşten ibaret kalıyor barış; çay çorba eşliğinde pasta börek yerken izlediğiniz bilgisayar oyunu değil bu savaş, gerçek!

Kaç canımız daha var ki?

Siz ister “şehitler ölmez vatan bölünmez”, ister “şehît namirin” deyip ölümü kutsayın; aslolan hayat kararıyor, gencecik bedenler toprağa düşüyor ve her zaman olduğu gibi ateş düştüğü yeri yakıyor…

“Ey sözlerim benim;
Onlar ki bana her zaman bir diriliş verenedir.
Meselim bitmeyendedir…”

Ama sözün bittiği, coğrafyanın keder olduğu yerdeyiz…

Cehennem Kayıkçısı bekliyor, Fırat’ın kıyısında!

Cansız bedenleri çukur iblisine teslim etmeye hazır…

Ve ölüler, dirileri eğitir!

Gelçek hayata dönülür; güneşin etrafındaki her yeni bir döngüde, sona daha da yaklaşılan…

İlki son olan, uzun süreli bir intihardır burada; yaşam! 

Ve ölüler, dirileri öğütür!

Gizemler hep 3lü seyreder:

Doğum, yaşam, ölüm…

Geçmiş, şimdi, gelecek…

Oysa, artık gelecek, kötü bir bahistir; kötü sonsuzlukla yüklü!

Varlığımızın felaketidir, olanlar…

Günah işlemeyen tövbe de edemez, tövbe etmeyen de kurtarılamaz!

Lakin bu kaçıncı tövben senin, bozduğun?

Hata affedilebilir, hatalardan ders çıkarmamaksa affedilmez!

İnsanı itaat etmekten zevk alır hale sokan bir buyurganlık kokar her şey; ki emir kiplerinden azadedir söylenenler…

Birini sevdiğinde kontrolün kalmaz; aşk budur, güçsüz olmak!

“Bu dünyada en iyi ben yenilirim; Dosta… Düşmana… Aşka…”

Bilirim!

Hayatın kısa bir özetidir; neden kaçarsan ona yakalanırsın…

 

 

 

#BirDahaSöyleİstanbul #HerŞeyÇokGüzelOIacak

101020140931150353809-3-CA40-62AB-F5CC

7tepeli Konstantinopol’un şehremini kim olacak?

Bütün mesele burada!

Hepinizin kimyasını bozdular ve içinden geçtiğimiz şu günlerde, güven telkin ediyorlar, hepimize!

Merak buyurmayın, sıkıca arkanıza yaslanın ve işi ehline bırakın diyorlar; hayâsızca!

Güvenin bize!

Halbuki verilebilecek en tehlikeli hediyedir, güven!

İştirak halinde suç ortağı olup, Bakire Meryem’i kutsal fahişeye teslim etmeniz istenmiyor mu, sizce?

Polisin -yani şehrin- işlerini diyalog ile çözmeyip, toplumun artık çatışma halini olan çıkarlarını uzlaştırmazsanız, sadece bilgi akışını kontrol ederek davranışları manipüle etmeye çalışırsanız sonunda yalan ve riya üzerine inşa ettiğiniz paradigmanız iflas eder…

Endazeniz kaçar, parapraksisleriniz azar, lapsuslarınız artar, eh be kardeşim, ferasetli cumhurum da sizin attığınız taklalardan bıkar, terazinin kefesinde, öyle böyle değil; ölçer, biçer, bir güzel tartar! Ve yarattığınız canavar devletinizin altında çürümeye atar!

Hükümlüsü olduğun infazın inen kırbaçları eşliğinde, soylu beyzadeleri şecâat arz ederken sirkatin söyler ve seyisin mahmuzu battıkça daha da derine; seni bekleyen son, kötü sonsuzlukta kubura batmak olur sadece

Kendine özgü sandığın eylemler, düzenin determinizmine ait yanılsamalardır…

Faillerse, canavar devletin şiddet müptelası aygıtlarıdır, artık…

Suçlu geçmişin ritüelleride saklı öfken ve lanetli harflerle bezeli retoriklerin sadece kendini bağlar…

Muhatabı olduğumuz, “Öcalan ve Kandil’den talimat alıyorlar” suçlamalarıyla; 1000lerce HDP üyesini, 10larca belediye eşbaşkanı ve milletvekilini ve eşbaşkanlarını yargılanıp zindanlara tıkacaksın, KHK’larla ve Sur, Cizre ve Silopi başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar sırasında yaşanan insan hakları ihlallerine karşı “Bu suça ortak olmayacağız”  adlı bildiriyi imzalayan “Barış için Akademisyenler” inisiyatifinde imzacı akademisyenler için “müsvedde”, “karanlık”, “zalim”, “alçak” gibi ifadeler kullanarak “terör örgütü propagandası”ndan yargılayacak ve 1000lercesine sivil ölüm dayatacaksın, ardından da yavru kurtun dahil, yandaş ve candaş medya aracılığı ile canhıraş Öcalan güzellemesi yap(tır)acak ve iktidar çekişmesinden dem vuracaksın!

Exitus acta probat!

Ve fiilleri sonuç doğrular!

Peki ya faili oldukların!

HDP tabi ki; Millet İttifakı ve özellikle Cumhur İttifakı paydaşlarının pragmatik güncel siyasi hesaplarının ve seçim polemiklerinin çok daha ötesinde bir tarihsel misyonla yüklüdür, kutuplaşma siyasetinin tarafı değildir… Demokratik siyasetin ve demokratik müzakerenin sembolü olan bir partidir…
“Üçüncü yol halkların birlikte yaşama iradesinde hayat bulacaktır…”
Bu açıdan İBB Seçimleri için verilen destek; bütün toplumsal kesimlerin demokrasi ortak paydasında buluşması amaçlıdır ve yaratılan farkındalık; siyasi ve toplumsal sorunların çözümünün de köşe taşlarını oluşturacağından, güncel bir gelişme olarak yalnızca seçimlere indirgenmeyecek kadar da değerli bir dayanışmadır.
Nicedir alâmetleri giderek artan, güç kazandıkça oligarşik karaktere bürünen ve tiranlaşan iktidarın, toplumu ayrıştıran, çatışmacı gerilim stratejisinin; üstenci ve kibirli söylem ve eylemleri nedeniyle işler sarpa sarmış durumda, toplumsal yaşamının her alanında kazan kaynamakta, tüm toplumsal temel değerler aşınmış, kültür çürümüş, etik değerler ve ahlâk çökmüş, toplum kimlikler üzerinden kutuplaştırılmış, vicdanlar körelmiş, demokratik düzenin yerini alan aşırı bir ulusçuluk ve baskı düzeni -ki artık bu duruma faşizm diyebiliriz- devleti ve toplumu kuşatmış, metalaşma, soysuzlaşma, yabancılaşma ve ötekileştirme had safhaya çıkmıştır…

Ne yani, iktidar cephesinin kibirli ve nobran eylemleri ile ülkedeki bütün sorunları kronikleştirip, çatışmayı körükleyip çözümsüzlüğü dayattığı ve giderek ortak yaşama istencini ve imkanını yok etmeye başladığını görmezden mi gelseydik?  

Oysa ki, çatışma ve kutuplaşmadan uzak durarak, toplumun demokratik dönüşümünün hedeflenmesi, demokratik çözümün ve toplumsal barışın sağlanabilmesi adına;

“Eşit yurttaşlık temelinde bir arada yaşamın toplumsal sözleşmesini hedefleyecek demokratik bir anayasa ittifakının ve demokratik uzlaşı kültürünün kök salması için, tarafı ne olursa olsun hukuk, adalet, evrensel değerler ve özgür siyaset temelinde herkesin tavrını belirlemesi gereklidir.”

Doğaldır ve ne acıdır ki Sayın Öcalan, Kürt Halkının gözünde İmralı Panteon’unun Azizi olarak görüldüğü sürece, devletin İmralı’daki rehinesi olarak işlevselliği her daim test edilmeye müsaittir!

Akp de her başı sıkıştığında, Öcalan’ın Kürtler ve Kandil üzerindeki gücünü her seferinde kendisi için test etmiştir…

Ancak bu kez testin sonucunu, koşullarının nesnel gerçeklikleri belirlemiştir…

Geçmiş ola, test(i) kırılmıştır!

 

 

 

 

 

 

#VazgeçmiyoruzAhparig!

images

“Kusursuz suç; kurbanın ya da tanıkların öldürülmesiyle değil, tanıklıkların suskunluğunun, yargıçların sağırlığının ve ifadelerin tutarsızlığının güvence altına alınmasıyla mümkündür.”     

                                                                    Jean-François Lyotard 

 

Hayâsız bir riyadır!

Meşum bir sarkacın sağa sola salınımında saklı, kötü sonsuzluk!

Ardına kadar açılan cehennetin kapılarından, Gayya Kuyularına doğru akan zaman ve boylu boyunca üzerine yıkılan; uğursuz tarih!

Soysuz kere tekrarlanan katliamlar, cinayetler, sürgünler ve soykırımlar…

Ve ne yazık ki hafıza-i beşer hep nisyan ile malul kalırlar!

Maktulun de katilin de sahih adları ile çağrıldığı külhani bir nevadır; hıncahınç yalnızlık içinde feryat figan atılan çığlıklar!

Oysa hoyrat bir vurdumduymazlık vardır, sessiz kalınan her bir feryada!

Unutma; katliamın ilk kurbanı, insanın vicdanıdır!

Sessizliğin susturur onları…

Gözlerine haykırırlar, apansız…

Töze geldim;

Buradayım, bakın!

Göze geldim;

Tüm çıplaklığımla, görün!

Dize geldim;

Neler yaşadığımı idrak edin ve bilin beni!

Tarihin karanlık dehlizlerine savrulur, üzerine sirayet eden kan ve sinen ürpertiyle kalakalırsın oracıkta…

Tekinsiz anılar canlanır ansızın gözünün önünde; belletilen her şey uçmuştur artık ve belleğin kof, için bomboştur…

Belli belirsiz bir sis perdesi ardından sana bakar; padalya ülkesinin içi boş ruhları ve uğursuz tahnitçileri…

İnkâr habitusunun, ruh hali güvercin tedirginliğinde olanlara bile sahip çıkmamızı engellediği, yeni bir kanlı miladın başladığı zamanlardı!

Ahparig Hrant‘ı anlamak adına; onu “Türklüğe hakaret!”ten mahkum ettiren cümlenin de geçtiği 11yazılık diziden ve Agos’taki diğer bazı yazılarından alıntılarla devam edelim, isterseniz…

23 Ocak 2004 Agos,

“…Ermeni’nin ve Türk’ün birbirleriyle ilişkileri ve birbirlerinden etkileşimleri öyle iki kelimeyle geçiştirilecek bir sıradanlıkta değildir… Yaşanılan birliktelik öylesine derindir ki bu birlikteliğin bozuluşunu ihanet olarak tanımlamak her iki tarafın da kullandığı karşılıklı bir argümandır. Ermeni milletini Sadık millet olarak adlandıran ancak daha sonra ihanet ettiklerini iddia eden Türk görüşü karşısında, Ermeniler 1915’te yaşananları salt bir halkın topluca imhası olarak yorumlamaz, bunun aynı zamanda asırlar süren ilişkiye ihaneti de içinde barındırdığını belirtirler. Türk-Ermeni ilişkisinin günümüzde geldiği nokta ise şudur: Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundadırlar. Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla.

İçinde debelendikleri bu sağlıksız halden kurtulmadıkça -Türkler belki değil ama – Ermeniler’in kendi kimliklerini sağlıklı şekilde yeniden yapılandırmaları mümkün gözükmemektedir.

Özellikle Türkler 1915’e bakışlarında empatik bir yaklaşıma girmedikçe Ermeni kimliğinin sancılı kıvranışı devam edecektir.

Sonuçta görülüyor ki işte “Türk” Ermeni kimliğinin hem zehiri, hem de panzehiridir. 

Asıl önemli sorun ise Ermeni’nin kimliğindeki bu Türk’ten kurtulup kurtulamayacağıdır.”

13 Şubat 2004 Agos,

“Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil damarında mevcuttur…” 

31 Mayıs 2005 Agos,

“…Türkiye’nin bugün önündeki problem ne ‘inkâr’ ne de ‘ikrar’ sorunudur. Türkiye’nin temel sorunu ‘idrak’tır. İdrak sürecinde ise Türkiye’nin ciddi bir şekilde alternatif tarih etüdüne ve bunun için de demokratik bir ortama ihtiyacı var. İdrak sürecini yaşamakta olan bir toplumun bireylerine içeriden inkârı, dışarıdan da ikrarı siyasal baskılarla ya da yasalarla dayatmak haksızlıktır…”

5 Kasım 2005 Agos,

“…Geçmişte yaşanan büyük felaketin sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o yanlışlardan ders alarak yeni sayfaları bu kez uygar insana yakışır bir şekilde mi yazacağız?

Bu, önümüze konmuş en büyük sorumluluk…”

Mahallenin delisi olmuştu!

Soykırım sonrası inkâr habitusu; sadece faillerin değil, kurbanların da şimdiki nesillerini etkiliyordu!

Geçmiş; şimdinin orta yerinde tüm çıplaklığıyla arzı endam ederken, değiştirilemez olandır ve nasıl algılandığı, düşüncelere ne kadar derin izler bıraktığı, imgeleri nasıl etkilediği, eylemleri nasıl yönlendirdiği ve bundan sonuç çıkarma biçimlerinin bir bütünü olarak yansır, bugüne… Ve bunların gelecekteki yaşamı nasıl ve ne şekilde etkileyeceğine dair; ancak konumlandığınız yerden, meşrebinizce akıl yürütebilirdiniz, sadece!

Zorbanın tahakkümünün arttığı ve kötülüğün sıradanlaştığı zamanlardı; acıları tokuşturup, yarıştırmadan, karşılıklı sağalma ve barışmanın erdemine, ancak hakikatle 100leşilerek ulaşılabilirdi…

Kimseye dinletemedi, tabi!

O zamanlar hiçbirimiz Hrant değildik ve gayriresmî takvim yapraklarındaki günü henüz gelmemişti!

Tutuklamaların, cinayetlerin, sürgünlerin ve katliamların yıl dönümlerine tekabül eder ve ölümün çetelesini tutar, buralarda takvimler!

Arnavut kaldırımlarındaki gelişi güzel döşenmiş irili ufaklı, dere ve sel taşları gibidir; saatli maarif takviminde çetele tutulan günler!

Gayriresmî takvimdeki her bir gün, hafıza patikasında kilometre taşlarıdır; sessiz kalınan, rıza gösterilen ve inkâr edilen geçmişin, resmî ikrarıdır…

Hani; yağmur sularının taşların arasından akmasına izin verdiği, ağaç köklerinin su almasına olanak tanıdığı ve sele karşı dayanıklı olduğu için yoğun yağış alan bölgelerde kullanımı yaygındır, ya! Su akar çatlağını bulur, Arnavut kaldırımlarında!

19 Ocak 2007’de, su yine çatlağını buldu!

İnsan yaşadığı yeri kendine benzetirmiş! Hepimiz Hrant olduğumuzda anladık, biz de!

hafiza-tasi

Katledilişinin 5.yıl dönümü olan 19 Ocak 2012’de, Sebat Apartmanı’nın önündeki kaldırıma, Hrant Dink’in öldürüldüğü noktaya, unutmamak ve unutturmamak adına bir “hafıza taşı” kondu ya; kolektif vicdanlardaki adıyla Hrant Dink olan Halaskargazi Caddesi’nde yürüyenler işte o taşa denk gelip de geçmiş, şimdi ve gelecek ile vicdan, hafıza ve hakikat arasında, belki fâilin mefûlü olunan hakikatle ve suçlu geçmişin gölgesiyle 100leşebilir ve yaşananları idrak edebilirler, diye…

İslam’da 99, 100’den büyüktü; 23 Nisan 2014 tarihinde dönemin Başbakanı Erdoğan da, Başbakanlık resmi internet sitesinde yayınlanan, Ermenice dahil 9dilde yapılan ve bu açıdan daha önce bir benzeri olmayan 99.yıldaki taziye açıklamasında; “…Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi, Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir… Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır… 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.”, dememiş miydi?

Önünde sonunda kaçınılmaz sonumuz oluyordu, faili olduğumuz gerçekler; sırları dökülen aynayla 100leştikçe…

Dönüşü yoktu!

Geçmiş müsveddeleri temize çekiyorduk, işte!

Ortak bir suçlu geçmişe sahip olmanın dayanılmaz ağırlığını 100leşerek aşıyorduk, şimdide…

Suskunluğumuz kırılıyor ve sessizliğimiz duyuluyordu, gitgide! 

Bugüne kadar hiç yaşamadığımız şekilde, ortak bir geleceğe, duru bir suya bakar gibi bakabilecektik, son kertede!

Kırılan ve nar taneleri gibi savrulanın alikobenisiydi, 99!

Toplumsal bellekte yer alan “sakladık-kurtardık” mit’inin ve Ermeni Soykırımı’yla ilgili “inkâr habitusu”nun sonuna gelinmişti, işte!

En acımasız olanımız, en çok merhamete ihtiyacı olandı!

Eğer lapsus değilse, farkındalık dile yansımıştı!

Ya da biz öyle sanıyorduk…

Yapamadık!

Olmadı!

Başaramadık!

Yıl dönümleri kutlamalarda güzeldir, be Ahparig!

Oysaki her 19 Ocak’ta ana rahmi gibidir, senin için kanayan yüreğim; yeni canlar vermeye gebe!

Yaralarımız kardeştir; sırtlayıp, onurla taşıdığımız acılarımız, hemhâl olmuş 1kere!

Arnavut kaldırımlarındaki yırtık ayakkabının izlerinden tanışız, biz!

İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisinin 12 Ekim 2018 tarihli toplantısında, İstanbul’da bazı sokakların isimleri FETÖ’yü çağrıştırdığı gerekçesiyle değiştirilmiş de, Şişli Meşrutiyet Mahallesi’ndeki Samanyolu Sokağı’na da Hrant Dink‘in adı verilmiş!

samanyolu yeni

1bebekten soğukkanlı katil yaratan sistemimiz, 12yılda; 1tetikçi, 2azmettiriciden başkaca bir şey sunmamış!

Saklambaç oynayan kaleye mum dikmiş!

Bizlerse; 

#HrantiçinAdaletiçin #Buradayız ve #VazgeçmiyoruzAhparig!