Çürüme!

s-c36b058681a7a78617b70e7bab52cafe4001338b

“Rupi jam vincula dicas;

Nam luctata canis nodum arripit; attamen illi,

Cum fugit, a collo trahitur pars longa catenae.”

Aulus Persius Flaccus

 

Rivayet odur ki; anakronik bir zaman mekan bozumunda ülkenin 1inde yozlaşmış,  fallusları ellerinde, eril kimlikleri ceplerinde meşum 1güruh yaşarmış!

Nepotik iktidarın kıtipiyoz tetikçiliğini yapmakla iştigal eden bu zevatı muhteremler, ekonomik kaygılardan azade, özgürlük ve güvenlik asimetrik ilişkisindeki tahterevallide esir tutarlarmış cumhuru…

Bir dokunulmazın gerçek gücü, etrafına dağıttığı sessizlik ve oluşturduğu rızadır; ya hani!

Sessizlik ve dayatılan çürümeye gösterdiğin rızadır, senin de kabusun!

Vizyondaki heyula, postmodern bir terördür, aslında!

İbranice bir kelime var, Türkçeye devşirilmesi gereken; “chutzpah”(hutzpa)!

Birbiriyle ilgili bir dizi olumsuzluğu bir arada ifade eden bu kelime cuk otururmuş, başkasını yok sayan, hem suçlu hem güçlü, hem arsız hem de yavuz hırsız; bu şımarık saldırgan kibirliliğe…

Seninse sanal gerçeklikteki yanılsamalarında yarattığın avatarların içinde kaybolmak; esaretin bedeli…

Kendi kanının tadıyla esrik bir harese hali!

Kötü sonsuzluk distopyanda tek yapabildiğin, bu mu?

Esaretinin bedenini öldürmek!

Hiç merhamet beklemeden, tekrar ve tekrar ve habersizce öldür; kendini…

Her önüne gelene yağmalatmaktan vazgeç!

Savaş uzadıkça silahların etkisi azalır…

Seçimini yap, bitir şu işi!

Hemen!

Tutsak yaşamak ta neyin nesi!

Tamam, her seçim bir vazgeçiş bir kaybediştir…

Ama kaybedişin kazançtır, sana…

Ve vazgeçtikçe de özgürleşiriz aslında!

Meraklanma!

Hiçbir şey tekil gerçeklikle sınırlı değil ve hayal gücünün sınırlarında saklı her şey…

Karşı taraf türlü ritüellerle zafer kutlamasında, oysa biz yenilgiyi kabul etmedikçe; taçlandırabilir mi ki yengiyi, zorba!

Gracchus’un flütçüsü, efendisi için üfürdükçe halden hale giren ve çekilen tarafa giden şu bizim mübarek insanımızın kabiliyetine de diyecek yok hani!

Sahih adlarıyla çağırdığınız kederli coğrafyamızın semiyotik amentüsüdür okunulan; “Ikra’bismi rabbikellezî halak!”

Konumlandığınız yere göre değişen cennetiniz veya cehenneminizdir, araftaki yaşamınız…

Distopik riya âleminizin, kamburlarıdır sırtınızda; münker ve nekirleriniz!

Ve ardında, de ki; tanrı yoktur!

Çağır; “Elohi elohi lama sabachthani!”

Oysa hepimiz sıradan insanlardık, tüm sıradanlaşan kötücüllüklerimize rağmen!

Ama hep küçük insanlar işlemez mi, büyük günahları?

Aynı şeyi defalarca tekrarlayıp farklı sonuçlar almayı uman, inkâr habituslarıyla!

Özür dilemek değil, gerçekten pişman olmaktır asıl mesele!

Kör bir inançla bağışlanmayı beklemek, ruhun trajedisidir!

“Alea iacta est!”

Evet zarlar atıldı ve Rubikon’u geçtiler, işte!

 

*Kırdım diyorsun zincirlerini;

Evet, köpek de çeker koparır zincirini; kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak.

 

 

 

 

In God We Trust*

Katarla çıktım yola

Palmirada verdim mola

Allat, Menat ve Uzza

Allah’ın kızları ismiyle müsemma

İşiddin mi

Şeytan taşlıyorum

Tavafa vakit yok ki usta

Ne diyorsun

Delalet bekliyorum

Bu hususta

Harç bitti

Yapı paydos

Sipali peşindeyim

Ne deyim

Kime güveneyim

Bana bir medet eyleyin

Al takke ver külah

Yıkıldı her şey

Erdemler underground

Kimin eli kimin cebinde

Bahşişi önden verirdi Zarrab enişte

Bak şimdi esamesi bile okunmuyor işte

Davul bile dengi dengine

Bi çektir git yahu

Düşme peşime

Bırakın beni

Makûs talihimi yenmek üzereyim

Aman deyim

Sakın ıslah olmamı da beklemeyin

Gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindeyim

İşin sonuna gelmekteyim

Yavuz hırsız ev sahibi arsız

Her yeri yakıyorlar

Devr-i sabık arıyorlar

Suçu  üstümüze yıkıyorlar

Müstehzi sırıtışlara maruz bırakılmış haldeyim

Otokrasiden bol kepçe nasipli ülkemin endazesi kaçmış

Şanzıman dağılmış

İzan kalmamış

Sağcısı

Solcusu

Bilumum uğursuzu

Kancısı

Yancısı

Vicdan fukarası

Mangalda kül bırakmaz bizim cumhurun efendisi

El pençe divan

Sadaretin Kethüdası

Cinayet sebebi

Terazinin kefesi

Adaletin kafesi

Ezcümlesi

Vatan millet bahane

Gelen ağam giden paşam

Gracchus’un flütçüsü sanki

Zat-ı şahane

Tevekkeltü al’Allah

Üfledikçe gırnatayı

Basıyor yaygarayı

Zevat-ı muhterem

Sanıyor

Çalıyor

Gassaraydan kız kaçırma oratoryusu

Zurnada peşrev olmaz

Bu neyin kafası

Soylu beyzadesi

Onların aftosu hanımefendi

Bizim paçozumuz aşüfte

Birileri hep makbul

Ötekiler her daim maktul

Sen seyreyle cümbüşü hacı enişte

Al kızı bul papazı

Ed niyazı

Bas avazı

Ört ki ölem alüfte

Mesuliyet-i deruhte

İdare-i Maslahat buyurmuşlar

Efkar-ı umumiye

Bilmez misin bre cahil

Müflis tüccar beytülmalı yer bitirir

Kara paralar aklanır

Beyaz toroslar şahlanır

Eşrefi mahlukat dellenir

Bundan kelli gâvura gâvur da denir

Alimallah papaz da dövülür

Haddizatında

İdareyi teslim eder kulunuz

Maslahat kalır elde ulu devletlumuz

Amma velakin

Siz hiç sukutuhayale uğramayınız

Onların doları varsa

Bizim de imanımız var

Bu da geçer yahu

Merak buyurmayınız…

 

* Tanrıya güveniriz

Olağanüstü halde normalleşme

15 Temmuz boğaza nazır darbe girişiminin ardından 21 Temmuz 2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal 7 kez 3 ay süreyle uzatıldıktan sonra olağanüstü hal tedbirlerinin olağanlaştırıldığı düzenlemelerle -halen kökü kurutul(a)mamış bir dizi tehdide rağmen!- bir gecede kaldırıldı…

Hayırlara vesile olsun inşallah!

Gerçi seçimden iki gün sonra bir MHP genel başkan yardımcısının, parlamento seçim sonuçlarına dayanarak ve tabi haklı olarak ki; “davulun reyisin boynunda tokmağın Devleti’in (siz başına derin koyup öyle okuyabilirsiniz) elinde olduğunun bilinciyle, “Meclis’te biz ne dersek o olacak!” demesine rağmen bu yapıldı ya!

Türkiye artık normal, elhamdülillah!

Hem de başkentin karanlık mahfillerinin; “gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül muhabbet ister kahve bahane” tarzı, dediğim dedik çaldığım düdük, maksat muhabbet olsun makamından…

Yalnız bu iktidarın normalleşmeden çektiği nedir be kardeşim!

2002 yılında seçimi kazandıkları (bakın iktidar oldukları demiyorum!) günden beridir, bir türlü nihayete ulaştıramadıkları ve vuslata eremedikleri Türkiye’yi normalleştirme çalışmaları devam ediyor!

Çalıştaylar, kurultaylar…

Ne istedilerse veriyorlar, nafile!

Ne diyorlarsa yapıyorlar, beyhude!

Rivayeti de alameti de muhtelif, bu normalleşme denen; ucubenin…

İktidar gibi, kurduyla kuzusuyla, muhalefet de peşinde!

Onların da tek derdi, Türkiye’yi normalleştirmek!

images (2)

Bütün bu anomalilerin müsebbibi değil mi ki zaten, burjuva parlamentarizmi?

İçeri girenlerin umudu geride bıraktığı şimendifer katarı gibi ardında sürüklediği netameli konularla yüklü ve mahut sandık hileli, seni gidi seni; menhus burjuva demokrasisi!

#OHAL’de, tamam işte…

Gelsin, olağanüstü halde normalleşme!

OHAL-Kalkiyor-Normallesme-Baslasin_1531888124

Mayıs ayında Evrensel Gazetesi’ne yaptığı değerlendirmede; “Türkiye tipi ülkelerde kuvvetler ayrılığından bahsetmek mümkün değildir. Kuvvetler ayrılığı, sanayi devrimini, aydınlanmayı yapmış ülkelerde dahi gerçek anlamda yaşama geçmemiştir. Fakat orada zaman zaman konjonktürel olarak yasama ve yargı hükümetlerden bağımsız olabilmiştir. Yine de devletten asla bağımsız olamamıştır. Türkiye’de yargı da yasama da her zaman yürütmeye, devlete bağlı olmuştur. Bunun yanında iktidarda hangi eğilim varsa ona bağlılık söz konusu olmuştur. Anayasa değişikliğinin tüm maddelerinin 24 Haziran’da yürürlüğe girmesi halinde kuvvetler ayrılığının kırıntısı dahi kalmamış olacaktır.” demişti, insan hakları savunucusu ve ceza hukukçusu avukat Ercan Kanar:

“… Üç yıl süre ile görevlerinden ihraç edilenlerin, ayrıca haklarında soruşturma ve kovuşturma bulunanların pasaportları iptal edilecek. Eşlerinin pasaportları da iptal edilecek. Ortaçağ hukukuna dönüş. Suç ve cezanın şahsiliği ilkesi ayaklar altında. OHAL süresince tam 181.500 kişinin pasaportu iptal edilmiş durumda.

Üç yıl süre ile idari ve adli her türlü mercii yargı kararı olmaksızın, darbe ve “terör” suçları nedeniyle haklarında adli işlem yapılanların iletişimleri denetlenebilecek, haklarında bilgi ve belge toplanabilecek. Eşleri ve çocukları için de aynı işlem yapılabilecek. Şeri hukuk ve engizisyon hukukunun hortlaması.

YÖK başkanı 3 yıl süre ile akademisyen ihracı önerebilecek ve YÖK genel kurulu kararı ile ihraç kesinleşecek. Görevine iadesi yönünde karar verilen akademisyenler eski üniversitelerinde çalışamayacaklar.

Üç yıl süre ile valilerin de ihraç yetkisi olacak.

Üç yıl süre ile MSB ve İçişleri Bakanlarının da memur ve işçi ihraç yetkileri olacak. İhraç edilen askerlerin rütbeleri mahkeme kararı beklenmeden sökülecek.

Üç yıl süre ile Anayasa Mahkemesi genel kurulu salt çoğunlukla, anayasa mahkemesi üyesini ihraç edebilecek.

Üç yıl süre ile Yargıtay birinci başkanlık kurulu da, bir yargıtay daire başkanını ve üyesini salt çoğunlukla ihraç edebilecek. OHAL kararnameleri için 10 yıl süre ile Anayasa Mahkemesine başvuru yapılamayacak.

Gelelim kalıcı sıkıyönetim düzenlemelerine. Tüm valiler süper yetkili OHAL valisi oluyor. Valiler 15 gün süre ile kişi ve kuruluşların şehre veya şehrin belirli bölgelerine giriş çıkışlarını yasaklayabilecek. Sokağa çıkma yasağı ilan edebilecek, kültürel, sportif, inanç etkinliklerini iptal edebilecek. Bir başka vahim düzenleme “örgütlü suçlar”da gözaltı süresi 12 güne kadar uzatılabilecek.

Keza İçişleri Bakanı süper yetkilerle donatılarak, coğrafi yapıda düzenlemeler önerebilecek. Tüm bu düzenlemeler Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine aykırı olduğu gibi, Türkiye’nin taraf olduğu BM ikiz Sözleşmelerine de aykırı. BM Sirakuza ilkelerine göre savaşta dahi ihlal edilemeyecek tüm sert çekirdek haklarımız kalıcı olarak tehdit altında…” diye saptamalarda bulunmuş son yazısında, kehanetin ötesinde…

Ne diyelim, el ile gelen düğün bayram, ki bu musibetten de herkes payına düşeni alacak, elbet!

Hayatın olağan akışını bozan anomalileri, aşırılıkları, alışılagelmiş hale koymak, kuralına uydurmak, hizaya sokmak; yani az biraz tahakküm içerir, normalleşme; bizim gibi daha hâlâ demokrasiyi bile içselleştirememiş ülkelerde…

238801

Peki normal, nemenem bir şeydir; bilir misin cumhur enişte?

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde anlamları şöyle sıralanıyor, “normal”in; eksikliği ve taşkınlığı olmama, ortalama durum, kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun. Zaten Latinceden gelen normalis kökü itibarı ile de tam olarak “gönyeye, ölçüye uygun” demek olup, “kuralına göre” anlamına da cuk oturmuştur yani, normalleşmemizdeki son durum!

Nazi Almanyası’ndaki terminolojiyle ki “Gleichschaltung” denilmektedir; rejimin devleti tamamen kontrol altına alarak dönüştürmek üzere, muhalif tüm odakların susturulup, tüm halkın aynı şekilde düşünmesini ve kimi olguları sorgulamamasını sağlamak amacıyla bütün kurumların elden geçirildiği evreye verilen ve Batı dillerinde tam karşılığı olmayıp çizgi getirme, eşgüdüm ve senkronizasyon olarak tercüme edilen ve  normalizasyon diye tanımlanan süreçtir…

Tüm şalterler aynı anda indirilir ve yeniden kaldırıldığında, yeni düzenin kendi kriterlerine göre ayarladığı, faşist eşitleme paradigması ile yeni dönem başlar!

indir (1)

İtalya geri durur mu? Orada da faşist Mussolini’nin “devlet olmak” dediği merhalenin adıdır: “Normalizzazione” yani normalleştirme!

Bizde ise, son 16 yılda kendini daha da arttırarak hissettiren toplumsal yarılmaya rağmen, tekleşen ve toplum mühendisliği ile ayar çektikleri cumhurun tüm etik değerlerini alt üst eden bir öğütücüye dönüşen iktidarımızın alametifarikasının, şapkadan çıkarılan tavşanıdır, normalleşme!

Evrensel tüm doğruları gasp edip kendi formatıyla pazarlayabilme yeteneği ile yaratılan lider kültü etrafında reyise tapınma dürtüsüdür, aslında normalleştirilen!

Ve kapitalizmin zaferidir aslında; hep borçlu bireyler yaratıp ve hiçbir zaman da borcun bitmemesini sağlayarak kendini, yeniden ve yeniden türetip, borca hakim olarak, bağımlılığı arttırmak!

normallesme-tamam-ekonomi-ucusa-gecti--i836047-600

Ancak yönetsel kriz çığ gibi büyürken, ekonomik krizin de alametleri giderek daha belirgin hale gelirken, çekilen onca balans ayarına rağmen, rant ve inşaat üzerinden dağıtılan ulufelerle, ülke daha ne kadar yönetilebilir?

Neoliberal özgürlüğün; doğru seçim yapman koşuluyla seçimlerinde hür olduğun paradoksu ve krizden tek çıkışın ise milliyetçilik üzerinden ötekileştirme ve şeytanlaştırmadır…

Demokrasimiz; kendi rızamızla verdiğimiz vekalet üzerinden yürütülen vesayetle uygulanan, başkaldıran bireyin ve toplumun özgürlük sınırlarının, ceberrut devlet aygıtlarınca baskı, zulüm ve zorbalıkla sınanıp, istikrar adına da uygulanan şiddetin meşrulaştırıldığı, tahakkümdür aslında!

Hani yani, hali pürmelalimizin follofoş olmuş son durumu, tahakkümün tekinsiz yüzüdür; normalleşmemiz…

 

Alafortanfonik bir hikâye

images

Allah’ın inayeti ve efendimizin lütfu ile temsili demokrasimizin bize bahşettiği seçme hakkımızı kullandık ve tek adamlığı oyladık hep birlikte…

Allah kabul etsin!

Alafranga elitist parlamenter demokrasimizden reisin alametifarikası halini alan seçimler aracılığıyla, ölüm dansına dönen bilinçli arzularımızın hakimiyeti altında kendi rızamızla sunduğumuz alaturka otokratizme kavuştuk sonunda…

Allah taksiratımızı affetsin!

Fetişist inkârlarınız fantaziye dönüşmüştür, artık…

Uygun koşullar altında oy hakkının kitlelerin baskı altına alınması için bir araca dönüştürülebileceğini, yine kanıtladık…

Ne mutlu Türk’üm diyene!

Zaman tanığındır, suç ortaklığına…

Minerva’nın baykuşu kanatlarını açtığında alacakaranlıkta renkler de şekillenmeye başlarmış…

Aydınlanmak için gelsin daha fazla karanlık!

Biz de karanlığa ıslık çalmaya devam #OHAL’de…

Buyurun size, alafortanfonik bir hikâye!

Şimdi; “para para para”  desem, hep bir ağızdan Napolyon dersiniz, değil mi?

Peki, 18 Brumaire!

-Acep ne ola ki? Diyenler için; başlıyor şimdi en sevdiğim kısım…

Önce biraz ecnebi tarih bilgisi lazım bize!

Hani bu paragöz General Napoléon Bonaparte var ya; Liberte, egalite, fraternite (yani özgürlük, eşitlik, kardeşlik) mottosuyla yapılan 1789 Devriminin ardından kurulan Birinci Fransız Cumhuriyeti’nde benimsenen yeni Cumhuriyetçi Takvimi’ne göre VIII. Yılın 18 Brumaire günü (yani 9 Kasım 1799) kendi kendine darbe yaptı ve kendini Fransa’nın Birinci Konsülü olarak ilan etti. (Ki 1804 yılında da imparatorluğunu ilan edecektir.)

Hülasa sevgili halkım, hikâyemiz ülkeyi sonu gelmez savaşlarla felakete sürüklemiş olan Napoléon Bonaparte’ın yeğeni Louis Bonaparte’la ilgili…

Aman sakın yanlış anlaşılmaya, sosyal medyada da çok paylaşılmaya!

Neme gerek sosyal medya trolleri sayesinde adliye saraylarında trend topik olmak da var!

Zaten Dâhiliye Nezareti, bir haftada 514 sosyal medya hesabının incelendiğini, 313 sosyal medya kullanıcısı hakkında da yasal işlem başlatıldığını belirtmiş!

Aman deyim, rüsva etmeyin bizi!

Louis-Napoléon Bonaparte, 1848 Şubat Devriminde işçi sınıfının tarih sahnesine ilk kez bağımsız bir güç olarak çıkması sayesinde kurulan 2. Cumhuriyet’in görünürde halktan yana olan söylemleri; krallığa karşı cumhuriyet, eşitsizliğe karşı adalet talebiyle ve Fransa’nın üç kıtada at koşturduğu eski şaşaalı günlerinden bahisle kurulmuş ‘Bonapartist’ partinin, doğrudan halk oyuyla seçilen ilk cumhurbaşkanıdır…

Ancak 2. Cumhuriyet’i kötü bir sürpriz beklemektedir!

Seçilmiş cumhurbaşkanı kısa sürede yönetim ve ordunun kilit noktalarına kendisine yakın isimleri yerleştirir. Anayasa dört yılın sonunda yeni bir cumhurbaşkanı seçilmesini öngörür fakat zatı şahaneleri mecliste anayasayı değiştirecek çoğunluğu bulamayınca kendi 18 Brumaire’ini yapar, meclisi dağıtır; başkentte sokak çatışmalarının başladığı koşullarda (neyse ki sokaklarda oluk oluk akademisyen kanı akmadan!) yapılan üst üste iki halk oylamasıyla seçilmişleri denetleyen yasa ve denge mekanizmalarını ekarte edip tüm kurumlar üzerinde tahakküm kurmasına olanak sağlayan yeni bir anayasayı ve ardından imparatorluğa dönüşü kabul ettirir. Artık protesto etme, örgütlenme, toplu sözleşme ve basın özgürlüğü dahil Bonaparte’ın iktidarını sınırlayabilecek her şey “güvenlik ve milli çıkarlar” gerekçesiyle bastırılacaktır. 2 Aralık 1851’de, amcasının taç giyme töreninin kırk sekizinci yıl dönümünde o da kendi kendine darbesini yapar III. Napoléon unvanı ile ‘imparator’ olur.

Benzerlik dikkatinizden kaçmadı, farkındayım!

Onlar ermiş muradına, siz çıkarsınız kerevetine; hep kahır hep kahır kalır bize biteviye…

Vaka-i adiyedendir de eksilen imparatorluk bakiyende; ancak bu kaçıncı Bâb-ı Âli Baskını, bu kaçıncı Vatan yahut Silistre!

Kısacası kendisi için büyük, insanlık için küçük bir adım olan bu gelişmenin anlamı; sadece cumhuriyetini kaybetmekle sınırlı kalmayacaktır prekarya için… Refah ve güvenlik kaybına uğramaya devam edip ölümlerden sivil ölüm beğenecektir, proletarya… Olanları meşru göstermek kolaydır, eğer karşında varsa düşman palikarya!

Vatan, millet, din, bayrak gibi klişe kavramların kullanıldığı bol hamaset soslu diskurların ardına saklanır yaşanan heyula!

Yokluğu kıymete binermiş, fütürüstik söylemleri çoğaldıkça…

Louis Bonaparte, artık imparatorluğunu sürdüremez hale geldiği 1870’te, son bir hamle olarak Almanya’ya savaş açacak, halkının yükselen tepkilerinden imparatorluğunu kurtarmak için başlattığı bu savaş da onu kurtaramayacak, aksine 2 Eylül 1870’te yenilirken, ardında yıkık bir ülke bırakacaktır.

Kıssadan hisse mi istiyorsunuz?

Alın size!

Tarih hep tekerrür edermiş; önce dramla başlar, ikinci kez trajedi olan yine tekrarlarsa trajikomedi daha da tekrarlarsa ilahi komedi olurmuş…

Biri de çıkıp demez ki; sen doğduğunda başlamadı ki hayat senin gidişinle son bulsun, aşüfte!

Bunu demeye miydim keşke?

Temize çekmeye uğraştıkça insan, vicdansız müsveddelerinin günah günlükleri ortalığa savrulurmuş…

Üstüne sinen esrik ve iğreti bir aidiyet duygusuymuş…

-Üzgünüm, beni affet!, repliği biteviye tekrarlanıp dururmuş, düzmece mitoslarda…

Anarşist bir neva varmış narekenin zırıltısı, defin velvelesinde…

Zembereğinden boşanıp akışkanlığını yitiren hep zaman olurmuş…

Lamekan, arafla girift ve sunaktaki kurban senmişsin oysa!

Tözün özü; bu sözleri anlayan beri gelirmiş!

Bütün masallarda gökten 3elma düşermiş…

Artık hepsi ona!

 

 

Yarından ötesi yok!

34481817_10156272692019029_6418967102207557632_n

Yarından tezi yok

tekinsiz günleri geride bırakıyoruz

kötülük sağanağında lanetlenen bedenlerimiz kurtuluşa bu kadar yakın ilk defa

yozlaşmış güçle sarhoş olup fıtratılan zulüm mutlaka sona erecek biliyoruz

içine düştüğümüz heyuladan uyanıp

düşlerimizle sınırsız

engin denizlere

pruvamız neta

rüzgarı alabildiğine

yelkenler fora

vira bismillah demir alacağız

umudumuz var

gün doğuyor geceden

zifiri karanlığı aydınlatan meşaleyiz

alev aldıkça 4yanımız

şem’e dönen pervaneler gibiyiz

dağlarımızda eridikçe çoğalan çağladıkça coşan lilavlarımız var bizim

olabildiğine yabani

alabildiğine özgür

4nala koşan yılkı atlarıyız

yılgınlık yok

sizin esaretiniz bizim cesaretimiz var

korkuya da umutsuzluğa da artık paydos

gözyaşı da yok artık

bulaştırdığın isyanla

birleşerek çoğaldık

az gittik uz gittik

korkma halkız

yine Haziran

bak yine biz geldik

isyana duran Meleki Tavus

küllerinden doğan Simurg

ateşe dönen Zerdüşt olduk

kırıyoruz bağlanan zincirleri

yıkıyoruz örülen duvarları

aşıyoruz önümüzdeki barajları

yarattığınız cinnetinizde

göndere çekiyoruz direniş bayrağını

sandığa gömüyoruz 1oyluk canınızı

değiştiriyoruz hayatı

yeniliyoruz yaşamı

yarından ötesi yok

böyle biline…

 

Vartkes Hergel tarafından paylaşılan Miciryan Aydın’a ait görsel için teşekkürler

Cehennet

hdp-nin-cumhurbaskanligi-sarkisi-240p-tn

Yaşamak acı çekmektir

var olmak başkasının acısında anlam bulmak

farkındalık yaradan fazlasıdır

hesaplaşamamak ten’e saplanmış hançer

üstesinden gelinememiş suçlu bir geçmişin gölgesiyle kapışmak

yaşar gibi yapıp

usulca kaybolmaya çabaladığın hayatın hem katili hem maktulü olmak

ama ıskaladın

fâilin mefûlü olursan

her şey soysuz kere tekrarlanır cehenneminde

sen dışa vuruncaya kadar vahşet içgüdüsü parazit gibi öfkenden beslenir

satın almak ve satın alınmak arasında salınan ruhun

kutsal bir yalnızlık içinde

kendi günahlarına hapsolur

riyada mahsur kalırsın

yalanlar haykırırken gerçeği yüzüne

güneşe varmanın tutkusuyla uçarsın

kanatların yanar

sen kendi yolunda ilerlersin

bilemezsin

attığın her adım yeni bir dünyaya açılan kapıdır oysa

anlayamazsın

yaraların kanar

sen kan revan olursun yola

nereden zuhur ettiği bilinmeyen karanlığın ortasında kalırsın

oyun başlar

bittiği yerden

sil baştan

her şey yeniden başlar

vurdumduymazlığın

ve aymazlığın sarmaladığı cennetinde

sesin ulaşmaz hiç kimseye

tamam mı devam mı ikileminde

gülcemalin solar

kadim bir bağ bozulur

kin güdersin ruhun ölür

adaletin çarkları ağır ama güçlü döner

cehennem buz tutar

yazgın çizilir

sırada ne var diye beklersin

anlamı çok derinlerde gizli

mührün vurulur

dizlerinin bağı çözülür

dilin susar

düşlemler kaybolur

vicdanlar ölür

beriki durur

öteki arayış içinde ya bir şeylerden kaçar ya bir şeylere doğru koşar

içindeki tüm kötülüklerin suçlusu benim

bir ananın rahmi gibi senin için kanayan yüreğimle

ve mühürlü gözlerin

cinneti ile kendi cehennettini yaratır!

unutma her şey sen’le değişir…

 

Seçim sathı mahallinde hali pür melalimiz…

Herkes biliyor!

Hayatın; çoğunun anlattığı yaşamak ile çoğunun bir anda anladığını yaşamak arasındaki sarkaçtır…

Kendi günahlarının hücresinden bakarsın, an’a… Ne anladığın ise sana kalır; zembereğinden boşalan zamandan!

Adile Naşit’i seçim için reklamda kullananan AKP’nin Sözcüsü Mahir Ünal, “Diyorlar ki ‘Biz tekrardan eski Türkiye’yi getireceğiz’. Hangi Türkiye? ‘Adile Naşit’in ninni okuduğu Türkiye çok güzel bir Türkiye’ydi.’ Valla o Türkiye sizin için çok güzel bir Türkiye olabilir ama o Türkiye bizim için tam bir kâbustu” dedi.

Şimdi ne anlamalı insan bundan?

İnsanı, zaman kadar ağır öğüten ama öğreten, bir şey yok!

Herkes biliyor!

Bütün yanıtların yanlış olduğunu anladığı an, doğru soruları sormaya başlayacak insan…

Evet uykudan önce masal anlatırdı bize; babası tuluatçı Komik-i Şehir Naşit, annesi de tiyatro oyuncusu Amelya hanım olup, anne tarafından afedersin! Ermeni dölü, baba tarafından Rum tohumu! olan Adile Teyze… Annesinin babası Kemani Yorgo Efendi, anneannesi ise, zamanının meşhur kantocularından Küçük Verjin’di…

Tıpkı bu topraklarda eksiltilen tüm bakiyelerimiz gibi hem çalgı hem çengidir yani, Adile Teyze!

Ne şeytan taşlar ne de tavaf ederdik o dönemlerde…

Öfke ve nefretle beslenip rövanşist hesaplaşmalar içinde olmadık hiç, sevgi ve hoşgörüyü öncelerdik hep…

Evet onun masallarıyla büyüdük, biz…

Ama hayaller de kurduk…

Yasaklı!

Şimdi sen; ateş olsam cirmim kadar yer yakarım, tevilim sonradan gelir, hiç şaşırmayın! da diyebilirsin… Cirmin bu cürmünü örtmez ama, bunu bilesin!

Dragomanları da yolladınız, ahvalimize tercüman olun #OHAL’de!

Herkes biliyor!

Karşı çıktığı ayıba ortak olmaz insan…

Herkes biliyor!

Bütün efendiler kasaptır, sense et…

Herkes biliyor!

Şiddet; daha fazla insana yayarak iyi edemeyeceğin salgın bir hastalıktır…

Herkes biliyor!

Cesaret üzerine atılan hamasi nutukların ardından ne gelecek!

Herkes biliyor!

Vahşi eğlenceler vahşi sonuçlar doğurur ve en kötüler ile en zenginler, adaletin erişemeyeceği yerlerde olur…

Herkes biliyor!

Efendin; ötekileştirici ve fütüristik güftelerin en iyi icracısı konumunda, öfke belagatinin sual olunmaz bir ustasıdır! Sen daha garip bir velet…

Herkes biliyor!

Güç onu arayanın en büyük düşmanıdır…

Savaşlar; halka, kılıca itaati öğretir, tanrılara değil! Belli ki tanrıların kendi kılıçlarını kuşanan efendilere ihtiyacı var…

Herkes biliyor!

Şeytanla bağlantın olmadan tanrıyı da oynayamazsın…

Herkes biliyor!

Gerçek güç paylaşılmaz 2gözüm!

Efendi mi arıyorsun, köle olmaya mahkumsun… Anlıyor musun?

Herkes görüyor kavgadaki hileyi ve iyi adamların bu yüzden kaybettiğini…

Herkes biliyor!

Geminin su aldığını ve kaptanın yalan söylediğini…

Herkes biliyor seni!

Ve herkes biliyor bizi!

Bu hep böyle gitmez!

Bu devran hep böyle dönmez!

Yasaklı harfleri bir araya getirmekle başladı dilmaçın seyir defteri… Sonra her şey kelime oldu, kelimeler cümleye döndü ve cümlemiz hayaller kurdu; bana masal anlatma diyenlerin inadına… Hayallerimizdeki masalı yaşama geçireceğiz şimdi… Yallah, herkes cümle kapısından içeri… “Biz” dahil; ki onlar hariç değil…

Ya şimdi ya asla!
Ya biz ya o!

Herkes biliyor!

Adile Naşit için sevgiyle…

Kerhen, Sehven Değil!

Sene 1980…

Postal seslerinin rap rap diye kapıda olduğu ve o mahur bestenin yeniden çalmaya başlayacağı senelere gebe, o meşum darbenin tarihi…

Çoban Sülo’nun azınlık hükümeti Kadayıfçı Neco’nun kerhen desteğiyle sürüyor ve başkentin siyasi mahfillerinde kapkaplının her an kirişi kırıp, desteğini kapıp kaçacağı konuşuluyor…

Kriz var kriz ve ekonomi de şimdiki gibi tıkırında!

Allahları var kendileri yoklar… Türk Siyasetinin 4rakip şahsiyeti ve pek değerli zevatı muhteremleri; ülke tarihinde en kanlı pıçaklı! oldukları dönemde dahi en azından karşılıklı oturup (hatta yatıp!) konuşabilme erdemine sahipler… (Şimdi öyle mi ya!)

Tam bu aşamada Sülo ve Neco buluşuyor.
Görüşme 3 saat sürüyor.
Sülo çıkışta; “Bunalımı aştık” diyor.

Türkiye rahatlıyor!

3258d38ac86d3be693278c1adf13c681

Siyasi literatürümüze her gün yeni cevherler katan, creme de la creme altın çocukları arzı endam etmekte sahnede…

Biz Güneri Cıvaoğlu’nun yalancısıyız, o yazıyor:
“Aslında çok şey konuşmadık. Süleyman içeri girdi. ‘Necmettin çok yorgunum, şöyle bir uzanayım’ dedi. Odamda uzun bir kanepe vardı. Ayakkabılarını çıkardı. Uzanıp yattı. Biraz uyukladı. Sonra şuradan buradan konuştuk. İki eski arkadaş, güzel güzel sohbet ettik. Birkaç saat böyle geçti. ‘Hay Allah razı olsun, biraz açıldım’ dedi. Ayakkabılarını giydi, öpüştük, çıktı.”

Amma ve lakin cumhur cemaatin;

Benzini yoktu ki içilsindi o dönem; o yüzdendir ki millet yürüdü, ama yollar da aşı(ndırı)lamadı!

Sonunda mı?

Bu sağ o selamet; kadayıfın altını yaktılar, hep beraber…

Yani benim yalnız ve sevgili cumhurum; sehven de olsa, kerhen çok şey öğrettiler ülkeye!

Feryatlarınızı duyar gibiyim;

Yahu yine bilmece gibi başladın… Sadede gel! Ne demeye bildiğimiz şeyleri yazıyorsun?

#OHAL’de;

Hileli terazi 
Han hamam arazi 
Konuşanı 
Asi deyip içeri tıkmalı. 

Amma, hafıza-i beşer nisyan ile maluldür…

İnsan unutur… Ama unutkanlığı en büyük hastalığıdır da!

#OHAL’de;

Faili meçhuller 
Çöple beslenenler 
Çalıp duran ziller 
Uyandırmalı 

Bazılarımıza göre değerli, bazılarımıza göre kederli yalnızlığımıza sarılıp Müjgan’la bir daha ağlaşmamak adına;

Yolun ortasında 
Henüz onaltısında 
İnsan insanım diyorsa 
Bişey yapmalı

Önümüzde yine seçim var!

girgir-kapak-mhp-sadece-haber

Ve 2tarzı siyaset yarışmakta, yine…

Peki, şimdiye kadar da hep böyle olmadı mı?

Müesses nizamın devamını savunanlar ile sistemin ezdiği “Ötekiler” yani; “Biz” ve onlar arasında!

Seçime giren ittifakların isimlerindeki analoji bile lapsuslarının dışavurumu ve faş olmuş halleri değil midir?

Ha cumhur ha millet; her daim zillet, bu ne menem illet!

#OHAL’de;

Önüm arkam sağım solum sobe; (s)aklanamayan neden hep “Biz” yine?

Sanki onlar hancı 
Halkına yabancı 
Biz ise kiracıyız da 
Evden atmalı. 

Bazılarının dediği gibi son şansımız da değil bu seçimler…

Ne son yengimiz ne de son yenilgimiz olmayacak…

#OHAL’de;

Birisi oy peşinde 
Öteki rant işinde 
Kıyamet değilse bile 
Bişey kopmalı. 

Bir bardak suda fırtına değil ama!

Herkesin fikrince 
Farkımız çok ince 
Yutmaya gelince 
Demir lokmayı

Koparacak mıyız peki?

Bizim denizde fırtınayı….

Unutma!

“Biz” her yerin yerlisiyiz!

Ve mutlaka kazanacağız…

2.turda Allah kerim be kardeşim!

Senle değişir her şey ülkede…

Şimdi #BirOyHDPyeBirOyDemirtasa

#OHAL’de…

 

Hayko Bağdat’ın Muharrem İnce’yi desteklemek Türkiye’ye ihanettir” yazısına gönderme

Kapkap: Antakya’da takunyanın yöresel ismi

 

 

353.000 rakam değil insan

10346687_10202885051239244_1238785775_n

Şaşaalı imparatorlukların yıkılma dönemi; isyanların! ardı arkası kesilmiyor, ulus devletler birbiri ardı sıra kurulmakta ve biri için isyan olan öbürünün kurtuluş günü oluyor…

Masalarda haritalar, ölçülüp biçiliyor, keskin sınırlar çizilmekte coğrafyaya; lakin terzi kötü! Bu urba dar gelir bu ütopyaya…

Halbuki düne kadar tatlı bir sabah rüzgarında koşmaya başlar, aynı çıkmazda oynardı; Anuş ile Ayşe… Mustafa, Eleni’ye aşıktı… Yorgo, Seyyan hanımın çapkınıydı…

Düşüp kalktığınız yerden midir bilinmez, yaralarımızdan hemhal, tanırdık birbirimizi! Seslerimiz ve nefeslerimiz birbirine karışırdı… Ne yemek yapıldığını bilirdik komşuda… Paskalya yortusunda yumurtaları tokuşturduğumuz, Kurban’a nazire yaparcasına kuzu çevrilip, mağiritsa adı verilen sakatat çorbası içilen günlerdi…

Sadece sokaklarımız çıkmaz değil, biz de sokaktan çıkmazdık…

Papyonlu, ütülü pantolonlu, fraklı, fötr şapkalı beyefendiler ve en şık libaslar altında hanımefendiler; Pera’da arzı endam ederlerdi…

Sonra ne mi oldu?

Tüfek icat oldu mertlik bozuldu!

Gelsin; tedip, tenkil ve tehcirler…

Her yer kılıç artığı doldu!

1914 yılında Osmanlı’nın resmi istatistiklere göre 1.230.000 olan Ermeni nüfusu, cumhuriyet döneminin 1927’deki ilk nüfus sayımında 65.000 civarına sabitlenir!

Ege, Trakya ve Karadeniz’den 1.200.000 Rum (Birinci Dünya Savaşı öncesi rakamlarla 1.5milyondan fazla) bu topraklardan gönderilir… 1914-1923 yılları arasında Pontus’ta; ölüm yürüyüşleri ve mübadele esnasında katledilenlerle birlikte toplam 353.000 Rum soykırımına uğratılır… Tevatür odur ki artık bu topraklarda yaşayan Rum sayısı 2.500’e düşmüştür!

Böylelikle; Ermeni meselesi hallolundu, Tatavla Kurtul(m)uş oldu!

İnkâr habitusu, en sıradan insanı bile vicdansızlaştırır!

Bağımsızlıklarını birbirlerine karşı savaşıp kazandıkları zaferlerle! ilan etmiş komşu iki ülkenin yüzyıllardır iç içe geçmiş bir yaşam süren halkları sürgün geldikleri yeni egemenlerinin gözünde de ötekidirler! Öte yakanın mübadili olmanın ötesine geçemezler…

Ulus devlet inşa süreçlerinde hep birilerinin kıyıma uğramış, ötekileştirilmiş ve düşmanlaştırılmış olduğu, bir ulusun egemenliğinin diğer halkların özgürlüklerine pranga vurduğu ve bunun da toplumsal bilinçaltlarında bir dizi travmaya sebep olduğu aşikardır…

Bu travmaların paranoya halini alması ve bir tür gerçeklik algısı oluşturması ise; etnik kimlikler üzerinden kendini tanımlama ve suçlu geçmişin inkarı ve reddiyesi üzerinde yükselen cumhuriyetin bizatihi kendi vatandaşları olan (kötü) Kürtler ve (zaten kötü olan) azınlıklarına karşı bir önyargıya tahvil edilmesi ve buradan yası tutulan emperyal Osmanlı’ya, nafile öykünme çabalardır!

73Fermanlı Êzîdîlerden, Seyfo’nun Süryanîlerine, 24Nisan’da Ermeni Soykırımından,  4Mayıs Dersim Tertelesi’ne ve 19Mayıs’ta Pontus’la; birbirinizin ötekisinizdir artık, her eksilen bakiyenizde…

Gün bu gündür…

CwbouEFVIAAlBJH

Türkiye’de siyaset, siyasetçi denilen zevatı muhteremlerin verili gerçeği eğip bükme kapasitesine dayanır!

Son siyaset bükücülerinin nobran tavırları ve zorba edimleriyle yamulttukları düzlemi, karşı farklı bir gerçeklik üzerine yeniden tanımlama ve inşa için politika üretmek ise Biz’e düşüyor…

Peki mevcut seçmen kitlesinin muhafazakarlığı üzerinden bahane üretme ve bu bahanelere sığınma lüksümüz var mı?

Verili koşulları doğru tanımlamak, farklı ve gerekli bir şeydir… Ve fakat aynı zamanda yalanlarla örülen mevcut gerçekliğin değişmesi için ön almak ve yol açmak da Biz‘e dayatılmıyor mu?

Yaratılan kaotik zemin ve yaşanan dekadans aynı zamanda yepyeni fırsatları da içinde bulundurmuyor mu?

Her çöküş yeni bir başkaldırışın habercisi…

Her kaos yeni bir düzleme yoldur!

Bunun nasıl gerçekleşeceği ve nihayete nasıl ereceği ise sana, bana, Biz’e bağlı değil midir?

Siyasetin güttüğü sürüde, sana reva görülen; eşitsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve yalanlarla örülen yaşamına bile vurulan prangalar, ebedi işsizlik veya sivil ölüm sarmalında nefes bile alamaman… Ve ne gariptir ki bunun farkında bile olmaman!

#OHAL’de, tanımlayalım yeniden!

Karşındaki kim mi?

Türk’üyle Kürd’üyle Arab’ıyla Rum’uyla Çerkes’iyle Çingene’siyle Ermeni’siyle Ezidi’siyle Süryani’siyle, fıtratlarına göre kahkaha atmalarının edepsizlik hamile sokağa çıkmalarının terbiyesizlik sayıldığı kadınlarıyla, seks kölesi olmak ve ölmekten gayri seçeneği olmayan LGBTİ bireyleriyle, Alevi’siyle Yahudi’siyle Müslüman’ıyla Hristiyan’ıyla Zerdüşt’üyle; muktedirin gözündeki ötekileriz aslında…

Yoksulluğu yok edilmeye muhtaç, özgürlüğe, nefes almaya, eşit muamele görmeye aç ve hani neredeyse tek derdi hayatta kalma ihtiyacı olan ötekileştirilmiş bir kitle!

#OHAL’de ne sunuyorlar Biz‘e?

Peki ne istiyoruz Biz?

Siyaset iddia zanaatıdır! İşler el yordamıyla yürü(tülü)r… Mevcut heyulanın gerçeği sarmalamasıdır… Hakikatten ziyade öfke ve nefretin belagati hakimdir…

Politika ise iddia sanatı! Sıkı bir diyalog ve birbirini anlama üzerine kurgulanmış retoriğin muhteşem performansıdır…

Peki, Biz‘lerin bu konuda iddiamız var mı?

Evet Biz‘ler, tutsak eski HDP Eş Genel Başkanı sevgili Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi; “…radikal demokratik bir tutumla emeği, adaleti, barışı, laikliği, özgürlüğü ve eşitliği her adımda halkla birlikte ilmek ilmek örerek…” seçime doğru gidersek, “Sağ faşizme karşı sol demokratik değerleri büyütmek ve iktidara taşımak her zamankinden daha mümkündür.” 

Vira bismillah #OHAL’de…

Gün ataletten sıyrılma günüdür…

Gün geçmişle ve bugünle 100leşip duru bir geleceğe korkusuzca bakabilme günüdür…

Gün dayanışma günüdür…

Gün ceberut iktidara başkaldırı günüdür…

Ve o gün bugündür…