Yüzleşme

willy

Sahte bir özgürlük ambiyansıyla iğdiş ettiğimiz demokrasiden vazgeçip, pervasızca tahakkümü seçmiştik ya!

T(ekerrür) C(umhuriyeti)nin şiddet tekelini ceberut bir biçimde kullanan tek kişilik hükümetinin! toplumun ortak çıkarlarına aykırı olarak tiranlığa (d)evrildiği ve K(anunsuz) H(ükümlerin) K(ol gezdiği) ve peşi sıra iktidar ve goygoycularının galebe çaldıklarından emin, dehşetengiz “sivil ölüm” naraları attıkları, hem ölümü kutsayıp hem “gömme hakkını” bile hiçe saydığı şu günlerde, bazı mahfillerde çok ses getiren ve yeniden farkındalık yarattığına inandığım bir çıkış yaşadık…

Bazısı iyi, bazıları kötü ve birileri hiçbir şeyin farkında bile değilken, 1nebze de olsa can suyu içtik. Ve kendi meşrebimizden yorumladık…

Maktulün de katilin de sahih adlarını biz bilirdik!

Hem mazlum hem zalimdik, hem kurban hem de katildik!

En acımasız olanımız da en merhamete ihtiyacı olanımız da, biz’dik!

#OHALde!

Herkese ait ve hiç kimseye ait olmayan soyut bireysel olaylarla yüzleşmeler müşahhas sonuçlar yaratabilir mi, sizce?

Ya da; “Ba’de harabü’l-Basra!” mı demeliydik, görünce?

Yeter kardeşim! Okumaktan soğuttun, sıdkımız sıyrıldı, zaten yazıların bulmaca, dilin bilmece; bu yazıdan da bir hayır çıkmaz bizce…

Peki tamam; siz tek biz hepimiz, öyleyse!

Kimden veya neden bahsettiğime gelince;

Fransa’da görevini halefi Macron’a devreden cumhurbaşkanı Hollande’ın veda konuşmasını kader midir hasbelkader midir izledikten, Willy Brandt’ı düşündükten ve Hasan Cemal’e öykündükten sonra, “Kendi Ermeni meselesini” kaleme almış; Trabzon “Sopalı Mutasarrıf”ı Cemal Azmi’nin torunu Aydın Selcen ve “….kendi adıma Ermenilerin soykırım acısını paylaşıyorum” diye bitirmiş.

11.11.2014 tarihli Radikal Blog’taki “İslam’da 99; 100’den büyüktür…” yazımda 100.yıl ve 100leşme adına çağrıda bulunmuştum ben de;

“Kendi filminin figüranı, ötekileştirdiklerine cehennem azabı ve araftakileriz! Ya.

En makbulümüzün maktul olanımız olduğunu unuturuz!

İşimize gelir.

Kadere ve kazaya iman eder gibi iman ederiz, tarihe!

Ve tarihin ironisidir aslında; “Bu ülkede Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldüklerini ispata çalışırlar”mottosu.

Neresinde konumlandığımıza göre değişen failleriyiz aslında tarihin.

Ama unutmamalı; tarihin de Münker ve Nekirleri olduğu.

Ve vereceğimiz yanıtlara göre belirlenecek; cennetimiz veya cehennemimiz.

Failin söyleminin hegemonyası altında kötülüğün sıradanlaştığı bir ortamda, barışmanın erdemini sahiplenmek ve anlatabilmek.

Doğru bildiklerinin aslında yanlış olduğunu ve imgelerin anlamsızlaştığı ve yüzleşmenin ötesinde sağlıklı unutabilmek olanları. Yani rehabilite olmak karşılıklı, mümkün mü?

Ama birilerini veya kendimizi tatmin aracı olarak kullanmanın ötesinde, acıları araçsallaştırmadan ya da tokuşturma ve yarıştırma ayinlerine teslim olmadan. İçselleştirebilmek!

Uçurum ne denli derinse yüzleşmenin de o derece yakıcı ve de yıkıcı olduğunu unutmadan!

“Hayat bazen farkına varılmadan yaşananlarla anlam kazanır” der bize pandispanya sunarken, Mario Levi. (Size Pandispanya Yaptım)

Ve tarihin failleridir aslında yaşadığımız hayatlar.

İçeriksiz hale getirip, içini boşaltıp, soyutladıktan sonra yeniden kurgulanan ve belki de farkına varılmadan yaşanılanlarla anlam bulurken hayat, evet failidir aynı zaman da tarihin.

An, mekan ve eylem bütünselliği içinde; opozitidir kendi kendinin.

Bazılarımız cehennemdedir!

Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi. İktidar erkini elinde tutan 3.Ordu Komutanı Mahmud Kâmil Paşa gibi; çeteciler İTC Merkez Komite üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım gibi; tetikçiler Yakup Cemil ve Deli Halit gibi ve uygulayıcılar Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit ve Malatya Müftüsü Sağırzâde ve Trabzon “Sopalı Mutasarrıf”ı Cemal Azmi gibi…

Bazılarıysa yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip olanlarımızdır. Kimi zaman “Ben valiyim, eşkıya değil” diyen Ankara Valisi Mazhar Bey’dir, kimi zaman Kastamonu Valisi Reşat Bey, bazen Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali’dir, bazen “gâvurları koruduğu” için öldürülen Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa’dır ve bazen de tehcir emirlerini uygulamayı reddettikleri için öldürülen Basra Valisi Ferit Bey ve Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’dir…

Ve aslında her birinden birer parça vardır bugün yaşayanlarımızda.

Araftakilerizdir, bizler!

Ruh hali güvercin tedirginliğinde olanlara bile sahip çıkamamışızdır.

Hatırlayan kaldı mı?

Bakın ne demişti 23 Nisan 2014’te dönemin Başbakanı Erdoğan, Başbakanlık resmi internet sitesinde yayınlanan açıklamasında; “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi, Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.”

1915’e ad ver(eme)me üzerine dalyaya bir kala gelinen nokta; evet milattır! İnkar ve reddiye üzerine inşa edilen cumhuriyette.

Farkındalık dile yansımıştır bir kere!

Toplumsal bellekte yer alan “sakladık-kurtardık” mit’inin ve Ermeni Soykırımı’yla ilgili “inkar habitusu”nun sonuna gelinmiştir.

Dönüşü yoktur!

Kırılan ve nar taneleri gibi ezilenlerin “alikobenisidir” artık “99”.

Geride bırakılmalıdır!

Ve beklenmemelidir; “duru bir suya bakabilmek” için yeni yüzyıllar!”

24 Nisan 2015, tam da geçmiş müsveddeleri temize çekmenin zamanıydı, sağalmak adına…

Olmadı, yapamadık!

“Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundalar! Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla” demişti ya Ahparig Hrant; Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanmasına yol açan 23 Ocak 2004 tarihli Agos’taki yazısında…

Kötülüğün çok da sıradanlaştığı coğrafyamızda, paranoyalarımızı, birer birer yüzümüze vuruyor; iman ettiğimiz ve sırla kaplı gerçeklerin yansıması olan, tarih…

Önünde sonunda kaçınılmaz sonumuz oluyor, faili olduğumuz gerçekler; sırları dökülen aynayla yüzleştikçe…

“Eylemin kendisinden korkmayan sözünden hiç korkmaz” dedirtir Kral Oidipus’a Sofokles!

Kıssadan hisse!

Canavar devletin yardakçıları, sizler yaptıklarınızla iftihar ede durun… “Biz” de ihtar ediyoruz!

Sözümüzü esirgemeyeceğiz!

Bundan kelli gâvura gâvur da demeyeceğiz, papazı da dövdürtmeyeceğiz!

Bu ülkede Kürtler yaşadıklarını Ermeniler öldüklerini ispata çalışır ya; EM HEMU HRANTIN, MENK POLORYS HAY ENK! diyoruz hep birlikte…

Korku bulaşıcıdır ama cesaret daha bulaşıcıdır, işte…

Ontolojik kıyım mı, kıyam mı?

 

cebeci-akademisyen-reuters6

Ülkece kuşatılmışlıktan kapatılmaya doğru doludizgin bir süreç, yaşanılan/yaşatılan…

Önce toplumun sinir uçları duyarsızlaştırıldı, şiddet sarmalı kalıcı hale getirildi, ölüm kutsandı ve sonunda kötülük sıradanlaştı…

Yıllarca, “Ne istedilerse veren!” irade, kendisine karşı yapılan 15 Temmuz (Valkyrie*) Operasyonu ardından, “ne istedilerse veremeyecek” durumdaki; siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, gazeteler, televizyonlar (hatta çocuk kanalına bile tahammül gösteremeyip), gazeteciler, yazarlar, çizerler, öğretmenler, akademisyenler kısacası kendi bekası için varoluşsal risk olarak gördüğü tüm muhalif kişiler ve kurumları hedefine koydu! 

Peki ne uğruna?

Zaten “ne istedilerse yapan!”, ülkeyi babasının çiftliği gibi gören, 1şebeke 15 yıldır iktidarda değil mi? 

Büyük bir melanet!

Hizmete himmet ettikleri onca seneden sonra bir kusurumuz varsa affola!

Normal şartlarda cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinin 2019 yılında yapılacağı ve isterse bir dönem daha seçime girebileceği varsayılırsa; hem cumhurun başkanı hem de fiilen yürütmenin başkanı olarak “ne isterse yapabilecek!” konumundaki reis, bu son anayasa değişikliğini hangi nedenle bu kadar çok arzuluyor acaba? 

Çok bunaldıkları için olmasın be reis!

Yerleşik ahlak algısının irrasyonalizasyonundan, cinsiyet ayrımcılığı/homofobi ve kadın düşmanlığından, yolsuzluk ve rüşvetin kurumsallaşmasından, siyasal ve toplumsal kutuplaşmadan, ekonomik gerilemeden, gelir dağılımdaki uçurumun artmasından, yozlaşmış askeri/sivil bürokrasiden, vesayet altına alınan yargıdan, sermayenin el değiştirmesinden, ekosistemin ve tüm canlı habitatının tahribatından (ki en son kendileri bile şehircilik açısından sınıfta kaldıklarını kabul etme noktasına geldiler) sonra; özgürlük ve güvenlik tahterevalinde, katı güvenlikçi paradigmaların dayatılması ile en basitinden demokrasiden ve evrensel insan hakları ilkelerinden bile uzaklaşılarak totaliter bir rejim kurgusuna doğru şanzımanı dağıttık, freni patlattık yokuş aşağı gidiyoruz!

2010-2015 arasında 432 faili meçhul yaşandı, 1299 kişi yargısız infaz edildi.

9 il ve 35 ilçede sokağa çıkma yasağı uygulandı. 78 çocuk, 69 kadın 338 sivil yurttaş yaşamını yitirdi.

2002-2015 arasında 13 bin 928 kadın cinayeti gerçekleşti.

2010-2015 arasında 16-17 yaş arası 232 bin 313 kız çocuğu evlendirildi. 2015’de 15-16 yaş arası 17 bin 789 çocuk doğum yaptı. Çocuk istismarına ait sağlıklı verilere ise ulaşamıyoruz! Sadece davaların katbekat arttığını söylemekle yetinelim.

2008’den bugüne 47 trans birey öldürüldü. 35 trans birey ise intihara sürüklendi.

Efendinin tahakküm içeren pespaye söylemlerine boyun eğişin, müptezel ve sakil bir erdemlilik halinde rıza gösterişinden ötürü değil midir ki; bu ülke bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesidir, artık!

Kaç HDP/DBP’li belediyeye kayyum atandı, kaç eşbaşkan, partili ve milletvekili tutuklandı? Yargı kararları sabahtan akşama değiştiğinden artık karışmaya başladı!

Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelesinde Jean Paul Sartre, Fransız halkını devletlerine karşı sivil itaatsizliğe ve Cezayir halkı ile dayanışmaya çağırınca tutuklanmasını isteyenlere Cumhurbaşkanı De Gaulle, “Sartre Fransa’dır!” diye karşı çıkarken, dünün mağduru bugünün mağrur müstebiti “sen kim oluyorsun!” diyebilir, o halde!

30 bin 470 öğretmen, 3 bin 957 akademisyen, 3 bin 456 hakim ve savcı ihraç edildi.

2002-2015 yılları arasında 184 gazeteci tutuklandı, 2 Şubat 2017 itibarı ile 150 gazeteci halen cezaevlerinde.

112 bin 24 internet sitesi kapatıldı. 

Eh tabi kanun hükmünde kararnameleri anayasaya aykırılık açısından bile değerlendirilemeyen olağanüstü 1hal var elimde! Astığım astık, kestiğim kestik, çaldığım düdük size ne?

Düpedüz bir delilik! İçine düşülen cinnet hali, toplumdaki yarılmayı ve sonuçlarını bile düşünmeden; kendinden olmayan, kendi gibi olmayan ve kendi gibi eylemeyen herkesi ve her şeyi şedit bir şekilde yok etmeye odaklanmış bir paranoya içinde, uygulanan cadı avı tam bir amok koşusuna dönüşmüş durumda…

Vicdanlar kurudu mu, izan ve insaf kayboldu mu 1kere; varlık ve yokluk arasında arafta kalırsın!

Vasat bir soysuzluk panayırında, cambaza bakakalıp, büyülenirsin ve bu vasattaki kaçınılmaz olan tek olgu, sonsuz kere hiçliktir…

Estirilen korku ve panik havasıyla, tüm erdemler ve ahlaki normlar değersizleşir… Sütre iner gözlere ve kulaklar duyarsızlaşır çığlıklara; körlük ve sağırlığa alıştın mı 1kere, gayri değme pespayeliğin keyfine! 

Sustukça, sıranın önünde sonunda sana da geleceğinin idrakine varmadın mı daha?

Belleklerinize nüfuz eder, üzerimize siner, silik bir kişilik; sen sustukça, o öylece durdukça! Tahakküm ussallaştırılırken, topluca uysallaşırız… 

Peki bu durum sürgit devam ettirilebilir mi? Baskı ve zulüm ne kadar sürdürülebilir?

Peki ya, bu sıkışma haline daha ne kadar katlanılabilir?

Ya sıra sana geldiğinde, dayanabilecek misin canım kardeşim?

Yapılan kıyıma, kıyama durma zamanı değil mi, artık?

Hayır deme vakti, gelmedi mi, sence?

 

*Bkn. 20 Temmuz 1944’te Adolf Hitler’e yönelik Schwarze Kapelle (Siyah Orkestra) üyelerince yapılan başarısız suikast ve darbe teşebbüsü 

Mış…

erdogan_1

Astral bir seyahatte gayya kuyularına doğru akıyor, şimdiki zamanın hikayesi…

Amma velakin mişli geçmiş zaman üzerinden…

Ve yeryüzüne düşmemeye çırpınan kar taneleri kadar olan ömrümüzde, önünde sonunda toprak ananın kimseyi geri çevirmediği şefkatli koynuna doğru usulca sokuluyoruz…

Öyleyse, varsın kısa olsun ömrü hayatımız, bunu bildiğimizdendir ki; başımızda taşırız sikke-i seng-i mezarımızı, bu giden son nefesse havadan, bu da son taksim olsun nevadan, deyip başlıyoruz;

Yaşanan dekadansta, fütüristik kabusumuz; hem kurban hem katil olmakmış!

Dumura uğramış, efkâr-ı umumiye!

Her Türk asker ama tüm insanlar bebek doğarmış!

Bebekten bir katil yaratan karanlık sorgulanmadan, hiçbir şey yapılmazmış…

Ölüm sıradanlaşırken, yaşam ötelenirmiş…

Ayrık otu gibi her çıktığı yerden sökülseler de, en çok acı çekenler, en iyi şifacılar olurmuş…

Derinlemesine hastalıklı bir toplumda hiçbir pişmanlık göstermeden sağalma olmazmış…

Mileli selase, eksik bakiyemizmiş…

Her eksilen bakiyemiz, net hata ve noksanımızmış…

Ve olanlar olmuş!

Hönkürmüş zat-ı şahane;

Gerçek İslam, bu değilmiş!

Asrı saadetten medet ummaksa, beyhude bir çırpınışmış…

Heyhat!

Geçmiş müsveddeler temize çekilmezse, açıkta yapılan kusurun tenhada özürü olmazmış…

Kendini allame sanarmış müstebit, lakin yenildiğini görmezmiş! Halbuki zorbalık, yenildiği anı bilirmiş…

Karinesi ameliymiş kişinin, lafa bakılmazmış…

Muktedir kubura düştükçe, boğazına kadar boka battığından başı dik görülürmüş…

Bu son meclisi mebusan, müesses nizam federallerinin aile fotoğrafıymış!

Mevzu bahis cinnetse taamüden iştirak halinde marazi bir teferruatmış, yaşatılan…

Epik söylenceli, kevaşe bir retorik!

İktidarın goygoycu avanesine bakılırsa; çıitilene çitilene tüm zihinler bembeyaz, akpak pirupak olacakmış…

En büyük başgan bijim başganmış!

Güya yaşanılan ve dahi yaşatılacak yıllar, annus mirabilismiş!

Bu memleket hep vermiş!

Varını yoğunu, eşini aşını evladını, hayalini hayatını…

Lakin hiçbir şey zevatı muhteremlerin iştahına yetişemiyormuş!

Sonunda çanak çömlek patlamış…

Zarf güzel, mazruf boşmuş!

Tek başına bir anlam ifade etmeyen ama cürüm içinde her anlama gelen efradını cami, ağyarını mani olmuş!

Esrik düşlerin sağanağında!

Gökten 3elma düşmüş…

Hep sana hepsi sana!

Bize düşen mi?

Hep öteki taraf olmakmış!

Bundan gayrı gerisi de lafügüzafmış.

Yine bir 29 Ekim: Kimin Cumhuriyeti!

cumhuriyet-A75A-CE04-7F37

Sağ olsun; Facebook, 29 Ekim 2014’te Radikal Blog’taki eski bir yazımı hatırlattı! Tekerrür cumhuriyetinde yaşayıp, kendimizi tekrar etmezsek ayıp olurdu zaten…

Cumhuriyet tarihimizde nerede ve ne yaşatılıyorsa vaka-i adiyedendir ya tüm olup bitenler! Biz de sıra dışı olmayalım, hatta sıradanlaşalım, kötü örnek, örnek değildir demeden; aynı şeyi defalarca tekrarlayıp farklı bir sonuçlar almayı umalım… Aptala yatalım, tesadüf deyip geçelim!

OHAL’de ne yapalım? Noktasına ve virgülüne dahi dokunmadan biz de yazıyı yeniden paylaşalım!

Haydi, okuyalım…

Yeni bir 29 Ekim: Kimin Cumhuriyeti!

Toplumların tarihinde derin izler bırakan, genlerine işlemiş sarsıcı tarihsel kırılma noktaları vardır.

Bunlardan bazıları kıvançla anlatılıp türlü ritüellerle kutlanırken, bazıları ise bilinçaltında derin travmalar yaratan ve adı hatırlanmak bile istenmeyen reddiyelerdir.

Yaşanılan travmatik kırılma noktalarında toplumsal dışavurum uluslaşma sürecini de beraberinde getirir.

Zaferler bilinçli şekilde ritüellerle anımsanırlarken, utanç verici olanlarıysa hatırlatıcı her etkende büyük bir toplumsal huzursuzluğa, bireyler arasında dayanışma ve ortak tepki verme eğilimine sebep olabilir. Bu dilemma, ne yazık ki bazen toplumun sinir uçlarıyla oynayıp, dalga boyu giderek kabaran şiddet sarmalı üzerinde sörf yapılarak toplumsal yarılmaya da yol açabilir.

Halbuki, özellikle tarihin olağan seyrinin işlemesine izin verilmediği coğrafyamızda, tarihin olağan halini hiç yaşayamamış bölge halklarının ve özelde Türk etnisitesinin; varoluş gerçeğini anlamak, hangi dengeler üzerinde durduğunu bilmek ve varlığını hangi sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve politik koşullarda sürdürdüğünü kavramak, ortak bir yaşam ve gelecek tasarımının ideolojisi üzerinde çalışanlar için ön koşul olmalıdır.

Toplumun sosyolojik dinamiklerini göz önüne almaktan uzak tutan pejoratif akıl üzerinden yürütülen skolastik siyaset, bölgemizin bitmeyen sorunların coğrafyası olarak ilan edilmesine sebebiyet veriyor.

“Evet, aslında Ortadoğu coğrafyasında temelde sorunun kendisi yanlış olandır. Ve sorunun evrenselliği ne kadar gerçekse çözümlerin yerelliği de o derece doğru olacaktır.”

(blog.radikal.com.tr)

Coğrafya kaderdir demiştik ya! Bu, aynı coğrafyada ve aynı kaderi paylaşanlar açısından en azından, etik düzeyde bir sorumluluktur.

“Öncelikle bulunduğumuz coğrafyayla ilgili dinsel, mezhepsel, etnik; bölgesel ve giderek küresel ekonomik ve politik stratejik konumlanmalarımız nedense siyasi taktiksel hamlelerden bir adım öteye gidemiyor!
Halbuki, 1000 yıldır bu coğrafyada var olan ve imparatorluk bakiyesinin vasisi konumundaki köklü bir devlet ve politika geleneğine sahip olmakla övünmez miyiz?”

(blog.radikal.com.tr)

Tarihte her zaman egemen bir güç olduğunu düşünen, pek çok devlet kurmakla övünen ve halkının büyük bir kısmının Osmanlı’nın yasını tuttuğu ve Yeni Türkiye’yi Alternatif Osmanlı Paradigması üzerinden Yeni Osmanlıcılık olarak kavramsallaştırmaya çalışan siyasetin doğru ya da yanlış, bu toplumun büyük bir kısmı tarafından benimsenmiş olduğu da gerçektir.

Emperyal Osmanlı’nın yasını tutmakla ardından dayatılan onursuzluğa karşı kazanılan zaferin kıvancını yaşamak arasındaki ikilem Sevr travması üzerinden yaşanmaya devam ediyor.

Bu noktada özellikle, Türkiye’nin yeniden bir Sevr tehlikesi ile karşı karşıya olduğu paranoyası kendini Türk etnisitesi üzerinden tanımlayanların birçoğunda ‘gerçeklik’ olarak algılanmaktadır.

100 yıllık bu paranoya ne yazık ki “ülkeyi beraber kurtardık” retoriğiyle suçlu geçmişin inkarı ve reddiyesi üzerinden Cumhuriyet’in kendi vatandaşları olan (kötü) Kürtler ve (zaten kötü olan) azınlıklara karşı bir önyargıya da tahvil edilmiştir. 

Yeniden bir Sevr korkusunun özneleri ne Kürtler ne de azınlıklar olmalıdır.

Sevr, 1915 Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı, Ezidi ve Süryanilerin sürgünü, Trakya pogromu, mübadeleler, 6-7 Eylül gibi travmatik reddiyeler, aslında emperyalist modernitenin halklara dayattığı ulus devlet inşa süreçlerinde hep birilerinin kıyıma uğramış ötekileştirilmiş ve düşmanlaştırılmış olduğu gerçeğidir. Bir ulusun egemenliğinin diğer halkların özgürlüklerine pranga vurduğu Ulus Devlet inşa süreçlerinin olmazsa olmazlarıdırlar!

Diğer bir husus ta, Türklerin olduğu gibi diğer halkların da toplumsal bilinçaltlarında bir dizi travmaya sahip olduklarıdır.

Unutulmaması gerekense; Türklerin en büyük müttefiklerinin bölge halkları, bölge halklarının da en büyük müttefiklerinin Türk halkı olduğu gerçeğidir.

Zamanı ruhuyla okuyalım; Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşının kurtarıcı motifi ve tarihsel imgesi, hiç şüphesiz Mustafa Kemal’dir. Onun tarihsel eylemliliği sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’i bugün 91.yılında. Ancak en başta tasavvur edilenden bir hayli uzak olduğunu da teslim etmek gerek! Antiemperyalist karakterde başlayıp inkar, imha ve reddiyeler üzerine savrulduğunu da görmezden gelmemiz beklenemez.

Son söz! Zamanın ruhuna eyvallah, ama yine bir 29 Ekim’de kimin cumhuriyeti deme hakkımızı saklı tutuyoruz.

T.C. Tekerrür Cumhuriyeti’ne çevrildiği için (dün yine yeni bir Soma yaşandı Ermenek’te!) tekrarında bir beis görmüyorum.

Zulmün gönderine çekilip katliamlar üzerinde dalgalanan bayraklar altındaki emperyalist Büyük Ortadoğu Projesi’nin antitezi; ebru’nin güzel ahengini yansıtan coğrafyanın kadim tüm ezilen halklarının birlikte yaşam iradesinin tezahürü olan Radikal Demokrasi ve Yeni Yaşam Projesi üzerinden inşa edilecek Demokratik Cumhuriyet olmalıdır.  

 

Karşı tarafın ölüsü

0000000000000000000canım-kardeşim.jpg

“Mevtayı nasıl bilirdiniz?”, diye sorunca adettendir; hepimiz “iyi” biliriz!

Yaşayan ölüler mezarlığına çevirdiğimiz bu coğrafyada…

Aslında biz, birbirimizi iyi biliriz!

Düştüğümüz kuburda!

Ötekileştirdiklerimize kabir azabı çektiririz…

Bolca, “karşı tarafın” ölüsü vardır, “hainler mezarlığına” gömülmeyi hak eden!

Ya da inançlarının gereği yerine getiril(e)meyen, hatta gömülmeyi bile hak etmeyen; sokak ortasında çıplak teşhir edilen ve sürüklenen ve köpeklere yem olmasın diye elde taşlarla beklenen veyahut buzdolabında günlerce bekletilen ya da poşet içinde 5kilo kemik verilip; “Al bu senin baban!” denilen…

Allah hepimizin müstahakını vermiş!

Zaten…

Tövbe estağfurullah!

Çetele tutmakta neyin nesi?

O sizden, bu bizden…

En kahramanımız da Rıdvan, hâlbuki!

“Bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamayınca!”

Ama hangi tarafın ölüsü olduğunu sorgulamaya başlayınca!

Nasıl yaşadığından öte, nasıl öldüğün önemseniyor!

Sadece…

Ve hayat gitgide anlamsızlaşmıyor mu böylece?

Hamaset kokan diskurlarla; şehitler de ölüyor, vatan da bölünüyor!

Acıları tokuşturma ayinlerinde!

An, mekân ve eylem bütünselliği bükülüyor…

Eksilmiş bakiyenle!

100leşmedikçe!

Sorgulama hakkını kendinde bulabilirsin, ama peki ya yargılama hakkın var mı?  

Hep karşı tarafta olduktan sonra!

Adaletli olabilir misin?

Mesela!

Peki ya özgür müsün düşüncende?

Vicdanlı mısın, her şeyden önce?

Kötülüğün sıradanlaştığı ortamda, barışın erdemini savunabilir misin?

Mesela!

Başını yastığa koyduğunda huzurlu musun?

Olan bitene kayıtsız kaldığına göre…

Mutlu musun?

Vurdumduymazlığınla!

Hem, herkes ya içerde ya kabirde!

Waldo, sen neden burada değilsin ki?

#OHALde!

Çok oldunuz!

Hiç olmadığınız kadar…

Ama bir o kadar da yoksunuz!

İdrakten…

Sevgiden…

Rüzgâr ektin, fırtına biçiyorsun!

İşte…

Yaşadığın hayatın faili makbulüsün; içeriksiz, soyut ve kurgusal anlamda…

İster türban tak, ister kalpak, ya da istersen çefiye!

İster kefen giy, ister kara çarşaf, ya da istersen #ŞortunuGiySokağaÇık!

Ne fark eder ki?

Vicdanını soyduktan sonra, çırılçıplaksın karşımda!

Bundan kelli!

Allah taksiratımızı affetsin!

#CanımKardeşim!

Hep birlikte…

 

Sosyal medyada Tarık Akan’ın ölümü üzerine yazan ve yazılanlar üzerine 1satirde benden…

Sol Anahtarı 

Üzerine kilit vurulan günah ülkeyi açacak son anahtardı, sol!
Kurgusal hayata karşı örgüsel bir mesel anlatısıydı, yaşadığın…

Anlatının aksi yansıtılan!

Sıkıştırılmış formatlı…

Sinemaskop!

Yazılı…

Ama!

Görsel…

Sağır duvarlara sır perdesi açtığın!

Hareli bir fanus bellediğin…

Ama!

Kırılgan…

Ama!

Rengahenk…

Kaleydoskop misali izlediğin…

Aklın sıra düşlediğin rüyan!

Ama!

Riya’n…

İçine yuvarlandığın heyulan!

Mesela;

Sadakat gösteremedin…

İtaatkâr da olamadın…

Ama!

Baş da kaldıramadın…

Sevdalandın!

Ama!

Katiline…

Baş vermekten öte…

Yaftayı yedin bir kere, ipin çekildi!

İşte…

Katline ferman verildi!

Tözün özü!

Henüz vakit varken…

El aman!

Dile…

Dile benden ne dilersen!

Gel geç bu sevdadan!

Ölümden öte köy, yaşamında etmediğin söz kaldı mı?

Bi kere…

Buyur bakalım!

Arkanı da kollamadın…

Herkesi de yolladın…

Hepinize karşı tek ben!

Evet!

Bir tek sen!

Ama!

Külhani…

Riya bu ya!

Şarabi geceler boyu…

Kör kütük ayık kaldın…

Sarhoşu bile olamadığın korkak zaferlerinde!

Aforizmaların…

Korkuların…

Kaçışların…

Boş koyuşların…

Tercihlerin…

Pişmanlıkların…

Vazgeçişlerin…

Aferin!

Kora kor…

Ama!

Koyarlar mı yanına sandın?

Etin de kemiğin de benim!

Hem…

Etin ne, budun ne ki senin!

Ağıtlar ölüme değil!

Yaşama…

Sen içeride!

Ama!

Haremiler ve bezirgânlar dışarıda!

Mevzubahis fıtratsa gerisi teferruat deniyor; yaşadığın karabasana!

Ama!

Unutma!

Zıvanadan çıktılar mı!

Her yer Taksim!

Artık sana…

Nefret Yılı

0000000000000000000Suruç201507211511_BAHCE2

İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi, son bir yılda bölgedeki çatışmalı ortamlarda meydana gelen insan hakları ihlallerini açıkladı:

“24 Temmuz 2015 tarihinden 24 Temmuz 2016 tarihine dek bölge kentlerinde (ki siz bunu Kürt illeri diye okuyun), tespit edilebilen verilere göre; asker, polis, korucu, örgüt militanı ve sivil olmak üzere bin 552 kişi yaşamını yitirdi, bin 683 kişi ise yaralandı.”

İşin ayrıntılarına girersek bilanço şöyle okunuyor:

“Güvenlik güçleri tarafından gerçekleştiren/gerçekleştirdiği iddia edilen yargısız infazlar sonucu 440 kişi yaşamını yitirdi, 353 kişi ise yaralandı.

Silahlı çatışmalarda; 422 Güvenlik Görevlisi yaşamını yitirdi. Bin 65 güvenlik görevlisi ise yaralandı. 614 silahlı örgüt militanı yaşamını yitirdi. 17 silahlı örgüt militanı ise yaralandı. 42 sivil yurttaş, çatışmaların ortasında kalarak yaşamını yitirdi. 75 sivil yurttaş ise yaralandı.

Silahlı örgütlerin saldırısı sonucunda; 34 sivil yurttaş yaşamını yitirdi, 173 sivil yurttaş ise yaralandı.

Silahlı çatışma ortamında yaşamını yitiren 15 örgüt militanının, güvenlik güçleri tarafından çıplak olarak teşhir edildiği ve cenazelerine işkence edildiği tespit edilmiştir.

9 kente bağlı 35 ilçede sokağa çıkma yasağının ilan edildi. 75’i çocuk olmak üzere 320 yurttaş yaşamını yitirdi.

Mayın ve sahipsiz bomba patlaması sonucu 7 çocuk yaşamını yitirdi. 28 çocuk ise kalıcı fiziksel rahatsızlıklar oluşturacak şekilde yaralandı. Biri kadın olmak üzere 6 yetişkin yurttaş da yaralandı.

Gözaltı ve tutuklamalara ilişkin ise, 275 çocuk ve 7 bin 609 yetişkin olmak üzere, toplam 7 bin 884 kişi gözaltına alındı. 81 çocuk ve bin 878 yetişkin olmak üzere, toplam bin 959 kişi tutuklandı. 4 bin 223 ev veya işyeri, çoğunlukla gece yarısı veya sabaha karşı güvenlik güçleri tarafından basıldı.

İfade özgürlüğüne yönelik ihlallerde ise, 96 adet basılı yayın ve materyal toplatıldı veya yasaklandı. 4 gazete ve yayın organı basıldı. 2 kültürel etkinlik yasaklandı. 123 haber sitesi adresi erişimi engellendi.”

Kerteriz alınan noktayı çaktınız mı?

20 Temmuz Suruç Katliamı sonrası 22 Temmuz Ceylanpınar’da 2polisin öldürülmesi ardından 24 Temmuz’da PKK ile devam eden çatışmasızlık sürecinin sonlandırılması ve Kürt illerinde yaşanan katliamlar ve savaşın tırmanması!

Herifçioğulları ne yapmaya çalışıyorlar yine!

Polisleri öldürmekle suçlanan 7 kişiden bazıları için tutuklama kararı veren hâkim Nurettin Bulut’un geçen günlerde FETÖ operasyonunda gözaltına alınıp tutuklanması da, suçlanan sanıklarla ilgili ihbar telefonunu açan kişinin kardeşinin FETÖ üyesi olmaktan gözaltına alınması da bizi hiç ilgilendirmez!

“Şehitler ölmez, vatan bölünmez.”

Barış mı; istemeye hiç gelmez!

000000000000000000000000000baris-akademisyen

000000000000000000şebnem-korur-fincancı-ahmet-nesin-1024x512

Bazılarınız kefen zannetse de hepimizin sırtında deli gömleği!

Hiç çıkmaz!

Savın sınanabileceği bir ölçütünüz kaldı mı elinizde?

Doğruluk, onur ve erdem için!

Rakım deniz seviyesinin altında, stratejik derinlikte!

Gel de içme!

Burjuvazinin uşakları ve egemen sınıfın çanak yalayıcıları; asalaklar her yerde!

Akbabalar, sırtlanlar ve çakal sürülerinin cirit attığı ülkende…

Ye kürküm ye!

Her şeyi yutan ağır bir kasvetle yüklüydü hava, hani kurşun gibi…

Zehir yüklüydü bulutlar, mavi gökyüzüne inat, griydi…

Kurtlar da puslu havayı severdi, hani…

00000000000000000000000000kurdun-dişine-kan-değdi-korkun_892574

Eprimiş sır perdeleri sütre olabilir mi önünüzde?

Peki ya vicdanımız nerede?

Hamasi nutuklar atılıyordu cesaret üzerine…

Velev ki sükûtun belagati saklıydı, bu diskurların anıştırdığı şeylerde!

Geçmişe ışık tutabilecek ve geleceğe yön gösterebilecek ne varsa, sistemli bir biçimde değiştiriliyor ve yok ediliyordu…

148386

Ve sen:

Kendine karşı verdiğin savaşta hep yenilen taraftın!

Uğruna savaştığın ne varsa bir gün karanlığın olmadığı yerde bulmayı düşlüyordun!

Bazı kurallara uyarak çiğneyebileceğini sandığın 10larca kural yaratıyordun!

Hep kalenderdi meşrebin!

Tarihin yazmayı unutmuş bir köşesinden bakıyorsun!

Mutlu musun?

Ama bu kadarını da beklemezdiniz tabi!

Hayır, asla!

Geçiniz…

Kendinize şöyle uzaklarda bir yer seçiniz!

Gösterişten ve kalabalıktan uzak…

Issız!

Hep uzaktan seyirci kalınız!

Yaşama…

Ölümlerden ölüm beğeniniz!

Gördüğünüz karabasana!

Busunuz işte! 

İçi boş bir hiçlik sağanağı…

Kof…

Of ki ne of!

Proleter düşünce ustası, burjuva yaşam sanatçısı!

Kevaşe devletin iktidar fahişesi!

Ceberrut reis hönkürüyordu, mankurtlaştırdığı güruhlara!

Brecht’i haklı çıkarırcasına…

“Başkan barıştan söz ediyor, demek ki savaş çıkacak!”

00000000000000000000000image-750x375

Görülmelidir!

“Kaybedilen kurtuluş savaşları terör,  kazanılan terör eylemlerine kurtuluş savaşı denir.” ya; siyasal amaç güden “kör şiddete” de terör denir, bizim buralarda!

Ama hırsıza hırsız, arsıza arsız, yolsuza da yolsuz denir; aynı zamanda…

Ya sizin oralarda, yaşadığınız “Apartheid rejiminde” ne diyorsunuz siz buna?

Karşı söylem çok net artiküle ediliyor…

“Devlet terör eylemi yapmaz!”

Çalıyorlarsa çalışıyorlar da; helali hoş ve dahi afiyet, bal, şeker olsun!

Olsun mu, olsun; hem vallahi hem de billahi!

Ama söz konusu dilbilimci, yazar ve gazetecilerse…

000000000000000000000000000000000000page_kadin-yazarlar-dernegi-asli-erdogan-ve-necmiye-alpayi-serbest-birakilsin_160482071

Kalemleri silahtan etkili, kitapları parça bomba tesirli!

Hadi oradan, zevzeklik etme istersen sayın yetkili…  

Darbe Mekaniği Barış Masasına Karşı

00000000000000000000000image-750x375

Darbeyi kim yaptı?
Diye çok düşündüm!
Kim yaptı, kime karşı yapıldı?
Düşünmekten hem yoruldum hem de sıkıldım…
Sonra, vazgeçtim!
Müsaadenizle…
Torba torba kanun çıkaran devletlumuz, 5tepeden imdadıma yetişti sonunda!
‘FETÖ’ yalnız değilmiş meğer!
IŞİD’de varmış işin içinde…
Sadece onlarla kalsa iyi de, DHKP-C çıktı bir de!
Yeter mi? Yetmez, tabi!
PKK’siz hiç olmaz!
PYD ve YPG’yi de unutmadık elbet!
ABD hatta Avrupa Birliği de işin içinde…
7 düvel karşımda!
Neyseki Moskof yanımda!
Dünya 5’ten büyüktür ama; Şangay 5’lisi kadar değil!
Siz bakmayın, Esad kardeşimle de aramı onlar bozdular, zaten!
“Afedersin Ermeni” Hrant kardeşimi de onlar vurdular!
Roboski’de benim Kürt vatandaşlarımı da onlar bombaladılar!
Gezici kardeşlerimi de öldürmekle kalmayıp, analarını bile yuhalattılar!
Putin kardeşimin uçağını da onlar düşürdüler!
Fincanı taştan oyup içine bade koyup, Ensar’da badelendiler!
Hepimizi gatakulliye getirdiler!
Yani anlayacağın; ne varsa koy sepete…
Ondan sonra mı; tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna!
Uzun uzun tefrikası yapılmakta, şu aralar, pehlivanın!
32kısım tekmili birden, döşüyoruz; çarşaf çarşaf, her birimiz, her bir yandan!
Boy boy resim ve görüntü veriyoruz, kalafatından da hikmetinden de sual olunmayan zevati muhteremler televizyonlarda gezmedik program bırakmadılar…
Er kişi niyetine rahmet okuyoruz, gelmişine geçmişine; erk(ek)liğimiz sınır tanımıyor, sinkafın 1000i 1para!
Ne bu şiddet, bu celal!
Meşrebine göre seç beğen al!
Vakit geçirme, sen de “Demokrasi nöbetinde!” yerini al…
Biz, yana yana kavrulurken bodrumlarda, siz; el etek öpmekte , el pençe divan, esas duruşta, kıs kıs sırıtmaktaydınız!
JÖH’ünüzle PÖH’ünüzle hepiniz ordaydınız ya, yine yan yanasınız, işte!
Hem durun siz kardeşsiniz!
Alavere dalavere haydi millet nöbete!
Meydan bu, boş bırakmaya da virgül atmaya da gelmez!
Allah muhafaza, biri gelir oturur, yerinize!
Aman ha, sıkı sarılın haminize…
İtaatte kusur etmeyin, biat edin ulu efendinize!
Haşmetmeapları ve müstakbel Devletlularının katılımıyla Akp devletinin, mahcup yanaşmalarıyla izdivacı da tamamlandı; teşkilat-ı mahsusa artık her yerde…
Kutsal ittifak kuruldu, 3ü 1arada; 3.MC ilelebet ülkede!
Ayaklar baş mı olsun istersiniz, millet?
Haydi, ya Allah!
“Elde bayrak, dilde tekbir, ya özgürlük yahut zillet!”
“Darbe mekaniği” devreye girer falan dememiş miydi, Sayın Öcalan…
Bak yine dilim sürçtü, lapsusum azdı; İmralı’daki “bebek katili” demek istemiştim yani!
Hem ne istediniz de vermemiştim?
Milletimden de özür diledim zaten…
Hem Allah da affetsin!
Kandırıldım!
Başıma çorap ördüler, milli orduya da kumpas kurdular!
Ben de barış masasını devirdim!
İyi yapmamış mıyım?

Ölüm Emri

00000000000000000000000000erdoganhitler

Okudunuz mu bilemem; OLAĞANÜSTÜ HAL KAPSAMINDA BAZI TEDBİRLER ALINMASI VE MİLLİ SAVUNMA ÜNİVERSİTESİ KURULMASI İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN HÜKMÜNDE KARARNAME Karar Sayısı: KHK/669, 115 maddesi var ve ekleriyle beraber sadece 91 sayfacık!

(İlgilenenler için link veriyorum: http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160731-4.pdf)

Ben de Aydın Engin’in porselen dükkânına giren fili sayesinde haberdar oldum…

Yoksa 24 saat ‘resmi gaste’ okumaya ne hâlim, ne de mecalim var!

Ben ipin ucunu kaçırdım, zaten… İzninizle, aklıma mukayyet olmaya çabalıyorum, bu dönemde!

Allah; yazanlara ve uygulayanlara güç kuvvet,  okumak ve dahi uymak zorunda olanlara da sabır ihsan eylesin!

Gerçekten de 36. Madde 1/A bendi evlere şenlik nitelikte!

Allah’ın günü, kanun hükmünde kararname çıkaran ileri demokrasimizin geldiği nokta itibari ile bilgilerinize sunuyorum:

MADDE 36- 1325 sayılı Kanuna 1 inci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki 1/A maddesi eklenmiştir.

“Kuvvet komutanlıklarının bağlılığı

MADDE 1/A- Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları Milli Savunma Bakanına bağlıdır. Bu Kanuna aykırı olmayan ve diğer kanunlarla Genelkurmay Başkanlığına verilen görev ve yetkilere ilişkin hükümler saklıdır.

Cumhurbaşkanı, Başbakan gerekli gördüklerinde Kuvvet Komutanları ile bağlılarından doğrudan bilgi alabilir ve bunlara doğrudan emir verebilir. Verilen emir herhangi bir makamdan onay alınmaksızın derhal yerine getirilir.”

Şimdi sana ne kardeşim hangi kuvvetin komutanısın, Başbakan mısın, Reisicumhur musun, kime bağlısın, nidaları arş-ı âlâ da sanırsam!

Tabi ki haklısınız…

Allah hepimizin müstahakını vermiş!

Pensilvanya’ya seslenip dururuz sürekli!

Çok değil 4 yıl önce, 14 Haziran 2012’de eşi ile birlikte katıldığı 10. Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış töreninde konuşan dönemin başbakanı Erdoğan; “Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz. Doğrusu ben şu andaki tavrınızla hep birlikte bu hasretin bitmesini istediğinizi anlıyorum. Öyleyse bitsin bu hasret diyelim. Gurbeti bir kenara, hasreti bir kenara bırakalım diyorum.” diye isim vermeden Fethullah Gülen’e “yurda dön” çağrısı yaparken, törene katılan zevatı muhteremler iki göz iki çeşme…

16 Temmuz 2016’da ise; “Bu ümmete bu millete yaptığın ihanet yeter. Sıkıysa memleketine gel!”

Eh, beraber yürüdünüz bu yolda…

Vurdumduymazlığımızın boyutlarını düşününce; yılan dokunmayana kadar bin yaşasın, tabi sizce!

Artık, Reis ne emrederse!

Şimdi size anayasa desem, hukukun üstünlüğünden bahsetsem, demokrasi ve insan hakları desem… Beyhude bir çaba, anlıyorum; ama yine de hatırlatmayı bir borç biliyorum!

Toplumsal sözleşme veya sosyal sözleşme; bir arada yaşama iradesi gösteren bireylerin karşılıklı uzlaşmaları, yönetilme üzerine bazı kurallara uymak üzere anlaşmaları ve insanların bir devlete ya da otoriteye, bağımsızlıkları ve özgürlüklerinin bir kısmından hukukun üstünlüğü anlayışı ile vazgeçmeleridir.

Anarşist yanım buna tümüyle karşı ya her neyse!

Ne yapıyormuşuz efendim; “…bağımsızlık ve özgürlüklerin bir kısmından hukukun üstünlüğü anlayışı ile vazgeçiyormuşuz!”

Burada ki can alıcı noktaları anlayabildiniz mi, peki?

Özgürlüğünüzün  “bir kısmını” ki “hukukun üstünlüğü” anlayışı ile otoriteye teslim ediyormuşsunuz!

Peki, sözleşmeye taraf olanların en belirgin niteliği neymiş?

Bir arada yaşama istenci…

Şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran erkin dayattığı metinlerin oylanması ortak yaşama iradesiyle veyahut özgürce imzalanmış sayılabilir mi, peki?

İşte sorun tam da (özellikle ülkemiz için) anayasaların en başından itibaren “toplumsal sözleşme” tanımına uygun olarak gerçekleşmemiş olmasında…

Tarihimizdeki ilk yazılı anayasa, 23 Aralık 1876 tarihinde yürürlüğe girmiştir. “Kanun-i Esasi” (Temel Kanun) adını taşıyan bu anayasa  “Genç Osmanlılar” adı verilen aydınların padişah üzerinde yaptıkları oldukça güçlü bir etki yoluyla gerçekleşmişti. Osmanlı Devleti’nin ilk ve son anayasası olma özelliğini taşır. Kanun-i Esasi’yi dolayısı ile Birinci Meşrutiyeti ilan eden II. Abdülhamit’in yine kendisi tarafından 1878’de askıya alınmış, 24 Temmuz 1908’da İkinci Meşrutiyet’in ilanı sonucunda yeniden yürürlüğe girmiş ve kısmen 1921 anayasasında devam edip 20 Nisan 1924 tarihli anayasa ile yürürlükten kalkmıştır.

1961 ve 1982 anayasaları ise her biri bir darbenin ardından, silahlı bir gücün kendi kafasına göre yazıp çizdiği ve toplumun tamamına silah zoruyla dayatılıp, onaylatıldığı metinlerden öteye gidememiştir. Her ikisi de darbeci cuntalar tarafından yazılmış, ancak konjonktürel olarak ardılı iktidarlar tarafından işlerine geldiği gibi yaz, boz tahtasına dönüştürülmüşlerdir.

Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diye başlayıp kevgire çevrilen son sana yasak (b)ana yasa(lı)mız, hâlen yürürlüktedir!

İnsan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi de ne? Bizimkilere eleğe dönmüş hali bile yetmez; mevzu bahis vatansa gerisi teferruattır!

Anayasa ve yasalar askıdadır, OHALde ve KHK’lerle…

Allah kitap, vatan millet; ya sev ya terk et!

M.Ö.18.yüzyılda Babil kralı Hammurabi’nin Akad dilinde yazdırdığı 282 maddelik Hammurabi Kanunları’ndaki kısasa kısas bile rahmet okutur bizimkilere, neredeyse!

Bakın bir zevatı muhterem, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci ne diyor; “Bunları öyle deliklere tıkacağız ki, öyle deliklerde cezasını çekecekler ki, bunlar bir daha o Allah’ın güneşini nefes aldıkça görmeyecekler. Güneş yüzü görmeyecekler. Bir daha insan sesi duymayacaklar. ‘Gebertin bizi’ diye yalvaracaklar. İdamdan da beter olurlar, Cumhurbaşkanı’mızın dediği gibi, ‘Millet ne derse o.’ Benim kalbimden ve gönlümden geçen de odur. Ama şunu da unutmayın. Bunların topunu idam etseniz de yüreğim soğumaz, 250 şehidimiz geri gelmez.”

Yurttaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında bir denge kuran 15 Haziran 1215 tarihli Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) İngiltere’de kralın yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesi, fermandaki en önemli ifadelerden biridir. Bu madde sayesinde günümüz hukuk sisteminin temelleri atılmıştır. Bakın 801 yıl evvel ne yazmışlar:

“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”

Hadi diyelim buraya kadar ne demek istediğini anladık da! Peki, kardeşim; 36. Madde 1/A bendiyle alıp veremediğin ne? Sorularına muhatap kaldığımı görüyorum (ya da umuyorum diyelim)…

Anayasa toplumsal sözleşmedir, ötesi berisi olmaz…

Kısa ve alabilene, kıssadan hissedir!

Anayasa ve yasalarınız ne denli çetrefilse, antidemokratik uygulamaları o denli gizlersiniz işte…

OHAL’de hiçbir şey şaşırtmamalı bizi ama; “Eye in the Sky” aklıma düşünce!

Yok, canım Alan Parsons Project’in parçası değil!

2015 İngiltere yapımı dram, gerilim, savaş türünde ve 102dakika süren “Ölüm Emri”; hani birilerinin tepemizde bizi durmadan gözetlediği, hani emperyalist sistemin insan haklarına ne kadar da çok önem verdiği ve demokrasi kriterlerinin ne kadar da ileri olduğundan ve yüce gönüllülüklerinden dem vuran film…

Filmin kısa bir özeti size:

“Kenya’nın başkenti Nairobi’de yerleri tespit edilen bir grup cihadist ‘teröristin’ insansız hava aracı (İHA=Drone) destekli bir operasyonla yakalama görevi, İngiliz Albay Katherine Powell’a (Helen Mirren) verilmiştir. Ancak bu esnada ‘teröristlerin’ bir intihar saldırısı hazırlığında oldukları anlaşılır. Artık operasyonun amacı yakalamak değil, öldürmek olmuştur. Ancak operasyon bölgesinin sivil yerleşim yeri olması ve sivil zayiatların da yüksek olma olasılığı nedeniyle saldırı kararının alınma süreci işlenir ve tam da bu esnada saldırı bölgesine 9 yaşında bir kız çocuğunun girmesi, operasyonu iyice çetrefilli bir hale getirir. İngiliz istihbaratının organize edip yönettiği operasyona, İngiltere Başbakanı ve Amerikan Başkanı’ndan bile izin çıkmasına rağmen, Amerika’da hava üssünden insansız hava aracına kumanda eden kıytırık rütbedeki bir subayın, olayın ahlakı boyutunu sorgulayıp füze fırlatmayı reddetmesi üzerine; suçsuz bir çocuğu bilerek öldürmekle onlarca başka insanın hayatını tehlikeye atmak arasında kalan yetkililer arasında, uluslararası çapta bir kriz meydana gelecektir… “

İzlemediyseniz, izlersiniz artık bence!

Şimdi gelelim bize…

Roboski’de, Gezi’de ve son 1 yıldır Kürt illerinde…

Reis’e itaatte sınır yok bizde!

“Öl de ölelim, vur da vuralım” sloganları atan bir millette, olayların ahlakı boyutunu sorgulayacak kimse kalmış mıdır, sizce?

Hainler Mezarlığı

00000000000000000000000000-hainler-mezarligi-1-740x375

Biliyorum son yazılarımda bunalttım sizleri…

Hep tarih ve hep tarih…

Hem de düpedüz dünyanın gördüğü en büyük faşist üzerinden metafor kurmanızı bekleyerek… Hem ‘ecnebi’, hem de yoz tarih; bu yaz sıcağında, çifte kavrulmuş gibi hissediyorsunuz herhalde!

Şimdi yeniden, Cengiz Çandar gibi Valkyrie Operasyonu’ndan konu açsam; 20 Temmuz 1944’te gerçekleşmiş ve 2.Dünya Savaşı’nın Almanya için en kritik anında, “Führer”in hayatına kastetmiş olan başarısız bir askeri darbe girişiminden kime ne ki!

Hem sen, bize niye hiç ecdadımızdan bahsetmiyorsun diyenleri de memnun etmek ve dahi (şaşırdım şimdi, “dâhi” mi demeliydim yoksa!) ecdada saygı adına; muhteşem Osmanlı’dan bir yadigâra hayır demezsiniz, ama!

Alın yine tarih, lakin bu da bizden bir öykü…

Buyurun öyleyse…

Bakmayın, bizim tarihimizde “vaka-i adiye”dendir, bütün bu olanlar!

Hangisinden bahsetsem ki acep, size?

Eksilen imparatorluk bakiyendir; Vatan yahut Silistre…

Vaka-i Hayriye mi desem,  31 Mart Vakası mı yoksa Bâb-ı Âli Baskını mı?

Hangisi?

Kronolojik açıdan güncele göndermemiz, sonradan önce gelir…

Ne dersiniz; hangisi, hangisinin matruşkası?

Hemen pes edip, bunalıp da okumaktan imtina etmeyin canım…

Şöyle ki; hayırlı vakamız, 16 Haziran 1826’da tarihe karışan Yeniçeri Ocağı’nın yerine, “Muhammed’in zafer kazanmış orduları”nın kurulması; zaten milli orduya kumpastı!

Bâb-ı Âli Baskını da, 23 Ocak 1913 günü Enver ve Talat cuntasının başını çektiği bir grup İttihat ve Terakki üyesi tarafından Osmanlı sadrazam sarayı yani Bâb-ı Âli’nin basılmasıyla gerçekleştirilen askerî darbeydi…

Almanların yanında 1.Dünya Savaşı’na girip, onlar yenildiği için yenik sayılmamıza vesile olan olayların başlangıcıydı!

Onları daha sonradan şey etmek üzere geçtik, öyleyse…

Biz dönüp, cünüp olanına yani, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’da yönetime karşı yapılan ve saatli maarif değil de Rumî Takvim’e göre 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) başladığı için bu adla anılanına gelelim!

Bu kalkışma, II. Meşrutiyet döneminin en önemli olaylarından biri olarak kabul edilir. İsyanın lider kadrosu doğru dürüst soruşturma yapılmaksızın idam edildiği ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) arşivleri günümüze kadar ulaşmadığı için olayın arka planını hâlen tam olarak bilemiyoruz.

Üst akıl, dedin mi akan sular durur ya!

İTC’yi sevmeyen ‘Monarşist’ Kamil Paşa, hem İTC’ye, hem Saray’a karşı olan ‘adem-i merkeziyetçi’ Prens Sabahattin ve Ahrar Fırkası, iktidara tamamıyla el koymak isteyen İTC, halkın dini duygularını tahrik eden Derviş Vahdeti ve Nakşibendilerin kontrolündeki İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti, Meşrutiyet’le birlikte ayrıcalıklarını yitirmekten korkan medreseli softalar, ulema veya asker kılığına girmiş yerli ve yabancı ajanlar gibi değişik aktörleri sayarsak; 2 saatte bastırılabilecek bir olayın neden 11 gün sürdüğünü anlayabiliriz, böylelikle…

Ancak, planlayıcısı kim olursa olsun, isyan bastırıldıktan sonra sonuçta kârlı çıkan İTC olmuştur. Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderilmiş, İTC iktidara iyice yerleşmiştir…

Bir şey ima etmiyorum, yahu!

T(ekerrür) C(umhuriyeti) adı üstünde, mütemmim cüzü; tekerrür, işte…

Kimi arşiv belgelerinde “hadise-i irtica” şeklinde yazıldığı için, güzide siyasi tarihimiz; “irtica” kavramıyla bu olay ile tanışmış olur, hem de böylece…

31 Mart Vakası ile aynı gün başlayan 1909 Adana Ermeni Kıyımı ile 1915 Ermeni Katliamına yol açan taşların döşendiği ve darbe mekaniğinin bir kere daha hem de acımasızca çalışmaya başladığı günlerdi!

Hele bak! Ben, cenâbet demekte haksız mıyım, şimdi sizce?

1908 yılında Meşrutiyetin ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti’nde yeni bir siyasal yapılanma ve yeni bir zihniyet yapısının yanı sıra, bu yeni zihniyetten rahatsızlık duyan bir kesim ortaya çıkmış; gerek sivil toplumda gerekse ordu içinde artan kutuplaşma ve gerginlikler isyan ortamı doğurmuştur…

Meşrutiyeti ilan etmiş olmasına rağmen iktidarı tam olarak ele geçirememiş olan ve hükümet üzerinde dolaylı bir denetim kuran İTC’nin devlet kademelerinde kadrolaşması politik istikrarsızlığa yol açmıştı. Cemiyet ile ters düşen memurların görevlerinden uzaklaştırılmaları, cemiyete girdiğini ispat için yemin etmeyenlerin tutuklanması, farklı siyasi oluşumlara hayat hakkı tanınmaması huzursuzluk nedeniydi. İTC’yi ve hükümeti eleştiren gazetelere hatta bu gazeteleri satan bayilere baskı uygulanması isyan ortamını doğuran uygulamalardandı…

Tövbe estağfirullah!

Bu dönemde Volkan ve Mizan gibi gazetelerin yayınlarında kullandıkları kışkırtıcı üslup, İTC’nin uygulamalarından zarar görenler üzerinde etkili oldu. Özellikle Derviş Vahdeti’nin çıkardığı Volkan gazetesi 31 Mart Vakası’nda önemli rol üstlendi. İngilizler tarafından finanse ve himaye edilen ve yer yer Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi görüşlerine de yer veren Volkan gazetesi, alaylı subaylar ve asker kesimi arasında taraftar kazanmış; İttihad-ı Muhammediye Cemiyeti’nin yayın organı haline gelmişti…

“Acele et Mizan! Arş ileri Serbest! İmdat Osmanlı! Sebat et İkdam! Hakperest matbuat, hep hücum edelim! İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincirlere bağlanıyor, bize imdat! diye kollarını uzatıyor. Kale ise zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor. Kale muhafızları da sihirle bağlı! İşte Volkan (…) Sancaktarlık vazifesi ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönmeyiniz. Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki halk bizimledir.” Gazetenin en masumane yazılarından birinden alınmadır!

Toplumda artan kutuplaşmalar ve tahammülsüzlüklerin sonucu olarak çeşitli siyasi cinayetler de işlenir. 6 Nisan 1909’u 7 Nisan’a bağlayan gece, Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi, Galata Köprüsü’nün orta yerinde silahlı saldırı sonucu öldürülür… Mevlanzade Rıfat Bey’in sahibi olduğu Serbesti gazetesi ve Hasan Fehmi Bey, İTC yönetimine karşı sert muhalefetleriyle tanınıyorlardı. Nitekim Rıfat Bey, olayın soruşturulması için Zaptiye Nazırlığı’na başvurduğunda, nazırın yanında bulunan Meclis Başkanı İTC’li Ahmed Rıza Bey, kendisine “şahsiyat ile uğraşanların akıbeti böyle olur” demiştir!  Hasan Fehmi’nin öldürülmesinde İttihat ve Terakki’nin parmağının olduğu iddia edilmiş; bu cinayetten sonra Cemiyete karşı oluşan olumsuz hava, kimi İttihatçıların partiden istifasına yol açmıştır. Oldukça hareketli fikir ve eylem ortamı Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’nin öldürülmesi ile şiddet sarmalına dönüşür.

Uzatmayalım efendim, sonrası malum, işte!

Her yerde isyan, her yerde kan ve her yerde katliam…

Bir milletvekili, bir Nazır ve tespit edilemeyen sayıda asker ve sivilin hayatını kaybettiği isyan, Selanik’te bulunan 3. ve Edirne’de bulunan 2.Ordulara mensup askerlerin oluşturdukları, Rumeli halkının gönüllü olarak katıldığı Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesi ile bastırılır. Üç gün süren çarpışmaların ardından sıkıyönetim ilan edilir; padişah II. Abdülhamit tahttan indirilip yerine V.Mehmed Reşad tahta çıkartılır.

Olayların sona ermesiyle İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmiş; isyana karışanların tespiti yapılmış ve geniş çapta tutuklamalar başlamıştır. Suçluların yargılanarak cezalandırılması amacıyla üç Divan-ı Harp; tutuklananların ilk sorgulamalarını yapmak üzere Tahkik Heyetleri; halkın bu olaylara karışan kimseler hakkında bildiklerini haber verebilmesi için Tetkikat Heyetleri oluşturuldu. Hareket Ordusu’na karşı koymaya çalışan zaptiye görevlileri tespit edilerek cezalandırıldı. 31 Mart Vakası’ndan sonra Zaptiye Nezâreti lağvedilip Harbiye Nezâreti’ne bağlı Umum Jandarma Kumandanlığı kuruldu.

Buraya kadar çok tanıdık geldiğinin farkındayım… Bundan sonrasına da Allah kerim öyleyse!

Yargılamalar sonunda 70 kişi idama, 420 kişi müebbet ve 6 aydan başlayan çeşitli hapis, yüzlerce kişi de süresiz sürgün cezalarına çarptırıldı. İdama mahkûm olanların cezaları Beyazıt ve Ayasofya meydanlarında, Köprübaşı’nda, Kasımpaşa’da darağaçları kurularak infaz edildi.

Ege’den yabancı bir ülkeye (neresi acep!) kaçmak için trenle İzmir’e gitmeye çalışırken yakalanan Derviş Vahdeti’nin yargılanması bir aydan fazla sürdü. Akıl sağlığının bozuk olduğu yönündeki savunmasına itibar edilmedi, 19 Temmuz 1909’da Ayasofya Meydanında asılarak idam edildi.

Bazı kaynaklara göre Selimiye ve Taşkışla’da öldürülen isyancılar Surp Agop Ermeni Mezarlığı’nda açılan bir çukura gömülmüşlerdir!

O zamanlar; “Taksim Meydanı’nda sallandıracaksın bunlardan 3-5 tanesini…” lafı tedavülde olmadığı için olacak ki yalnızca gömme işlemi için Taksim kullanıldı!

Bu da nereden icap etti diyenler için bir hatırlatma; bu Surp Agop var ya; bugün bunun üzerinde Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, Gezi Parkı, TRT İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi’nin bir bölümü bulunuyor, yani Taksim’de…

Gezi Parkı’na Topçu Kışlası ve “Hainler Mezarlığı” gibi zihni sinir proceleri için; Şehremini Topbaş Efendiye gönderme diyelim ve geçelim mi, yoksa kim hain, kim zalim, kim halim, kim selim bakalım mı beraberce?

Roboski’yi ve daha geçen 1 yıl içinde, Kürt illerinde yakıp yıkıp bombaladığın kaç şehir var, unuttuk mu sanıyorsun,  öylece!

Hepiniz oradaydınız ve beraberdiniz; Kürt illerindeki, mezarlık ve ölü bedenlere düşmanlığınız ve çirkin vicdanınızdan tanırız biz, sizi…

Bakın biz yaşama hakkı kutsaldır, işkence insanlık onuruna aykırıdır ve adalet istiyoruz; diye bağırıyoruz, hâlâ… Sahi neden hiç duymadık sizin sesinizi, daha önce?

Bu ülkede hainlerin yatacak yeri bile yoktur, hem olsa da “Afedersin Ermeni” mezarlığı en uygunudur, değil mi sizce!

Hainliğe devam ediyoruz, #OHALde! Böyle biline…

Yetmez ama evet, 31 Mart’a dönelim yeniden biz de… Kalkışmayı bastırmaya çalışırken ölenler içinse, “Abide-i Hürriyet” adıyla bir anıt inşa edilir. Açılışı 23 Mayıs 1911 tarihinde gerçekleşen anıta, 2 subay ve 42 askerin cenazesi yerleştirilir.

Şehit mi demeliydim, yoksa?

Yanlış anlaşılmayalım şimdi de!

Ölümü değil, yaşamı kutsamalıdır, bizce…

Daha sonraları ironik bir biçimde İttihatçı ileri gelenlerin mezarlığına dönüşecektir, ya neyse!

Sen kendine darbelerden darbe seç!

Tabi canım; yurtta sulh gerek!

Nerede himmet orada minnet!

Eh sizde bu feraset ve dirayet,  inzibatta bu cüret; oh ne âlâ, darbe membaa memleket…

Her yerde gaflet her yerde dalalet…

Vur patlasın çal oynasın, sen sadece seyret!

Ne diyelim:

Yeter ki biat et!

Yaşasın hürriyet!

Yaşasın hâkimiyeti millet!