Kiminin Nevrozu Kimin Newrozu!

bb4

“İmtiyazlı olmaya alışmışsan eşitlik sana zulümmüş gibi gelir.”

Herhangi bir yerde herkes kendi hayatını yaşar…

Bildiği gibi!

Her şeyin varlık nedenini sorgulayıp yorumlayabilen insan, kendi varlık nedenini yorumlamada çıkmaza düşer!

Bilinenden uzak…

Aydınlık ve karanlık, ölüm ile yaşam, iyi ile kötü, zalim ile mazlum hep çatışma içindedir…

Kriz vardır ve her şey tıkırındadır!

Beyaz siyahla gride buluşur…

Bunalım ve kaos içselleştirilir!

Benlik; öğrenip, buldukları ile 100leşebilme, adlandırabilme ve anlamlandırabilme ile başa çıkabilme kapasitesi ve varmakta olduğu sonu bilip de bir daha ilk başladığı yere dönüp dönmeyeceğini, geri dönüp o başlangıcı elinde tutup tutmayacağının çatışması ile yarılır…

Ve olgu bozulduğunda algısı da bozulur…

Başkalarını yargılarken, yargılanmaktan çekinip bilinçaltı korkuları ile yüzleşemeyenlerin güvensizlikleri değil midir, buyurganlıklarını arttıran, düşmanlar yaratıp kin ve nefret güttüren!

Oysaki kendi gücünü fırlatıp atabilmektir, insan olmak…

Bugün 21 mart…

Paylaşılamayan bayram!

Ülkemizde neredeyse her yeni yılda, insan olmanın mihenk taşına dönüşen!

Bakalım insan olmayı başarabilecek miyiz, nevrozlarımızdan sıyrılıp bu bayram?

Kelime kökenini Hint-Avrupa dil ailesinden alır; Farsça ve Kürtçe karşılığı olan Newroz, yeni gün anlamındadır…

Uyanan toprak, filizlenen tohum, çiçeklenen ve yapraklanan ağaç, gürüldeyen şelale ve ağıldaki kuzudur…

Kimileri için baharın muştusu, kimileri içinse beraberinde özgürlüğün…

Demirci Kawa’nın zalim Dehak’a başkaldırdığı ve uzun süren karanlık gecelerin günle eşitlenişi…

Bizim de içinde bulunduğumuz çok büyük bir coğrafyada insanlar bayram havasında kutlar; coşku ve kıvançla!

Şenlik ateşleri yakılır, türküler ve kilamlar çığrılır…

Doğa ananın sunduğu nimetler, minnet ve şükranla anılır…

Gün çift cinsiyetlidir ki ensest çatışmalardan uzak durur!

Günün yarısı (bü)tüne döner…

İlkbahar ekinoksuyla gecenin karanlığına başkaldırır!

Ve gün dönümü diriliş başlar…

Özgürlük, eşitlik ve barış yazılır…

İnsanlık tarihine yeniden…

Mare Nostrum*

e967961e987317a29a014abd0c2339766179c34a

Ölümün her türlüsüne alışmıştık

nekro fetişist iktidar kapışmasının

hadese ceset taşıyan ruhlardık

yaşamın kıyısından limansız zifiri laciverde açılmıştık bir kere

ancak gözün alabildiği kadar ufuksuz savrulduk bizim denizde

ölüler ölüleri gömebilsin diye

bitimsiz bir yolda

gölgesi peşi sıra yürüyorduk

biliyorduk

gün kısa gelecekse uzun sürüyordu

öylece bakakaldılar

yazgıya dönüşen nefrete

kalakaldılar ardından

olup bitenlere

tahakküm etme hırsına

boş beleş meccani bir kalkışma değil

ölüler dirileri gömmesinler diye

her şeyi olduğu gibi kendini de yok eden karanlığa inat

efendiye direnirken sokaklar

söylenmesi gerekenleri söylemediğin

görmen gerekenleri görmediğin

sırla kapladığın geçmişle 100leşmediğin

çok da soylu bir ikiyüzlülükle inkār ettiğin vicdansızlığınla

hiçliğin ortasında

arafda

yaşayan ölüler mezarlığındasın kardeşim

zehir zemberek fecaat bir felakete sürüklenirken zaman

son sığınağındır aslında yaşadığın mekan

bilinmezlikten öte gayet de iyi bildiğin

figüranı olduğun hayattan rol çalabiliyor musun

kötü senaryoyu ters yüz ettiğinin resmidir işte o an

unutma

en büyük oyuncularıdır yaşamın en usta hırsızlar…

___________________________

Papazı dövdürttükten sonra sıra kendine geldiğinde ancak aklı başına gelen! Chp’nin sokağa çıkması üzerine yazılmıştır.

* Mare Nostrum: (Latince: Bizim Deniz) Akdeniz için Romalılar tarafından kullanılan bir ad.

Yüzleşme

willy

Sahte bir özgürlük ambiyansıyla iğdiş ettiğimiz demokrasiden vazgeçip, pervasızca tahakkümü seçmiştik ya!

T(ekerrür) C(umhuriyeti)nin şiddet tekelini ceberut bir biçimde kullanan tek kişilik hükümetinin! toplumun ortak çıkarlarına aykırı olarak tiranlığa (d)evrildiği ve K(anunsuz) H(ükümlerin) K(ol gezdiği) ve peşi sıra iktidar ve goygoycularının galebe çaldıklarından emin, dehşetengiz “sivil ölüm” naraları attıkları, hem ölümü kutsayıp hem “gömme hakkını” bile hiçe saydığı şu günlerde, bazı mahfillerde çok ses getiren ve yeniden farkındalık yarattığına inandığım bir çıkış yaşadık…

Bazısı iyi, bazıları kötü ve birileri hiçbir şeyin farkında bile değilken, 1nebze de olsa can suyu içtik. Ve kendi meşrebimizden yorumladık…

Maktulün de katilin de sahih adlarını biz bilirdik!

Hem mazlum hem zalimdik, hem kurban hem de katildik!

En acımasız olanımız da en merhamete ihtiyacı olanımız da, biz’dik!

#OHALde!

Herkese ait ve hiç kimseye ait olmayan soyut bireysel olaylarla yüzleşmeler müşahhas sonuçlar yaratabilir mi, sizce?

Ya da; “Ba’de harabü’l-Basra!” mı demeliydik, görünce?

Yeter kardeşim! Okumaktan soğuttun, sıdkımız sıyrıldı, zaten yazıların bulmaca, dilin bilmece; bu yazıdan da bir hayır çıkmaz bizce…

Peki tamam; siz tek biz hepimiz, öyleyse!

Kimden veya neden bahsettiğime gelince;

Fransa’da görevini halefi Macron’a devreden cumhurbaşkanı Hollande’ın veda konuşmasını kader midir hasbelkader midir izledikten, Willy Brandt’ı düşündükten ve Hasan Cemal’e öykündükten sonra, “Kendi Ermeni meselesini” kaleme almış; Trabzon “Sopalı Mutasarrıf”ı Cemal Azmi’nin torunu Aydın Selcen ve “….kendi adıma Ermenilerin soykırım acısını paylaşıyorum” diye bitirmiş.

11.11.2014 tarihli Radikal Blog’taki “İslam’da 99; 100’den büyüktür…” yazımda 100.yıl ve 100leşme adına çağrıda bulunmuştum ben de;

“Kendi filminin figüranı, ötekileştirdiklerine cehennem azabı ve araftakileriz! Ya.

En makbulümüzün maktul olanımız olduğunu unuturuz!

İşimize gelir.

Kadere ve kazaya iman eder gibi iman ederiz, tarihe!

Ve tarihin ironisidir aslında; “Bu ülkede Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldüklerini ispata çalışırlar”mottosu.

Neresinde konumlandığımıza göre değişen failleriyiz aslında tarihin.

Ama unutmamalı; tarihin de Münker ve Nekirleri olduğu.

Ve vereceğimiz yanıtlara göre belirlenecek; cennetimiz veya cehennemimiz.

Failin söyleminin hegemonyası altında kötülüğün sıradanlaştığı bir ortamda, barışmanın erdemini sahiplenmek ve anlatabilmek.

Doğru bildiklerinin aslında yanlış olduğunu ve imgelerin anlamsızlaştığı ve yüzleşmenin ötesinde sağlıklı unutabilmek olanları. Yani rehabilite olmak karşılıklı, mümkün mü?

Ama birilerini veya kendimizi tatmin aracı olarak kullanmanın ötesinde, acıları araçsallaştırmadan ya da tokuşturma ve yarıştırma ayinlerine teslim olmadan. İçselleştirebilmek!

Uçurum ne denli derinse yüzleşmenin de o derece yakıcı ve de yıkıcı olduğunu unutmadan!

“Hayat bazen farkına varılmadan yaşananlarla anlam kazanır” der bize pandispanya sunarken, Mario Levi. (Size Pandispanya Yaptım)

Ve tarihin failleridir aslında yaşadığımız hayatlar.

İçeriksiz hale getirip, içini boşaltıp, soyutladıktan sonra yeniden kurgulanan ve belki de farkına varılmadan yaşanılanlarla anlam bulurken hayat, evet failidir aynı zaman da tarihin.

An, mekan ve eylem bütünselliği içinde; opozitidir kendi kendinin.

Bazılarımız cehennemdedir!

Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi. İktidar erkini elinde tutan 3.Ordu Komutanı Mahmud Kâmil Paşa gibi; çeteciler İTC Merkez Komite üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım gibi; tetikçiler Yakup Cemil ve Deli Halit gibi ve uygulayıcılar Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit ve Malatya Müftüsü Sağırzâde ve Trabzon “Sopalı Mutasarrıf”ı Cemal Azmi gibi…

Bazılarıysa yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip olanlarımızdır. Kimi zaman “Ben valiyim, eşkıya değil” diyen Ankara Valisi Mazhar Bey’dir, kimi zaman Kastamonu Valisi Reşat Bey, bazen Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali’dir, bazen “gâvurları koruduğu” için öldürülen Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa’dır ve bazen de tehcir emirlerini uygulamayı reddettikleri için öldürülen Basra Valisi Ferit Bey ve Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’dir…

Ve aslında her birinden birer parça vardır bugün yaşayanlarımızda.

Araftakilerizdir, bizler!

Ruh hali güvercin tedirginliğinde olanlara bile sahip çıkamamışızdır.

Hatırlayan kaldı mı?

Bakın ne demişti 23 Nisan 2014’te dönemin Başbakanı Erdoğan, Başbakanlık resmi internet sitesinde yayınlanan açıklamasında; “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi, Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.”

1915’e ad ver(eme)me üzerine dalyaya bir kala gelinen nokta; evet milattır! İnkar ve reddiye üzerine inşa edilen cumhuriyette.

Farkındalık dile yansımıştır bir kere!

Toplumsal bellekte yer alan “sakladık-kurtardık” mit’inin ve Ermeni Soykırımı’yla ilgili “inkar habitusu”nun sonuna gelinmiştir.

Dönüşü yoktur!

Kırılan ve nar taneleri gibi ezilenlerin “alikobenisidir” artık “99”.

Geride bırakılmalıdır!

Ve beklenmemelidir; “duru bir suya bakabilmek” için yeni yüzyıllar!”

24 Nisan 2015, tam da geçmiş müsveddeleri temize çekmenin zamanıydı, sağalmak adına…

Olmadı, yapamadık!

“Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundalar! Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla” demişti ya Ahparig Hrant; Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanmasına yol açan 23 Ocak 2004 tarihli Agos’taki yazısında…

Kötülüğün çok da sıradanlaştığı coğrafyamızda, paranoyalarımızı, birer birer yüzümüze vuruyor; iman ettiğimiz ve sırla kaplı gerçeklerin yansıması olan, tarih…

Önünde sonunda kaçınılmaz sonumuz oluyor, faili olduğumuz gerçekler; sırları dökülen aynayla yüzleştikçe…

“Eylemin kendisinden korkmayan sözünden hiç korkmaz” dedirtir Kral Oidipus’a Sofokles!

Kıssadan hisse!

Canavar devletin yardakçıları, sizler yaptıklarınızla iftihar ede durun… “Biz” de ihtar ediyoruz!

Sözümüzü esirgemeyeceğiz!

Bundan kelli gâvura gâvur da demeyeceğiz, papazı da dövdürtmeyeceğiz!

Bu ülkede Kürtler yaşadıklarını Ermeniler öldüklerini ispata çalışır ya; EM HEMU HRANTIN, MENK POLORYS HAY ENK! diyoruz hep birlikte…

Korku bulaşıcıdır ama cesaret daha bulaşıcıdır, işte…

Hubris ve Nemesis

images

“Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı.”

Elie Wiesel

***

Bazısı, Sidretül münteha’ya(1) çıkıp, teokratik monarşinin yeniden ihdasını kutlarken, bir kısım da Anıtkabir’de parlamenter demokrasinin yasını tuttu; bu 23 Nisan’da…

Zavallı ülkemde ilahi komedyanın dünya prömiyeri oynanır, her daim…

Sarkacın her salınımında zaman, gerisin geri başa, en başa döner…

Daha kuvvetli olana kadar ertelediğiniz savaşınız…

Boynumuzda yaftanız, ki hoyratça, yaşama meydan okuduğunuz…

Kibrin neticesinde hak ettiğiniz ilahi cezadır, yarattığınız düşmanlığınız…

Yok aslında birbirinizden farkınız!

İstikrarın (siz kurulu düzenin diye okuyun) devamı, terörle (siz toplumsal muhalefet diye okuyun) ve dahi 7düvelle (siz nasıl okursanız öyle okuyun) mücadele adına rehin tutulan güruhlar, zulümlerden zulüm beğeniniz!

Kaçtıkça kovalandığın çok da sahici, özel bir deneyimdir ölüm!

İçindeki ötekiyi öldürebilirsin; zavallı mağdur, maktul olur artık!

8sütüna manşettir, olgusal karşılığı olmayan intiharın!

Eni sonu efendisiz sağ kalamıyorlar, işte!

Mağdur ve maktulün zalimle yer değiştirdiği coğrafyada, merhamet araman boşuna…

Mağrur ve ceberut bir vasatın maksadını aşan hadsizliğiyle son bulur, kibirli yaşamın!

Her birinizin egosu kendi nesnel gerçekliğinizle yüzleşebilecek kadar büyük mü?

Peki, yüzleştiğiniz gerçeklere dayanabilme gücünüz!

O, ne kadar büyük?

Güç zehirlenmesinin kaçınılmaz sonu; imgelemindeki zafer arenasında savaşmadan duramayan ve kendi imgesine narsistik bir hayranlıkla bağlı, gerçeklik duygusunu yitirmiş, kadiri mutlak bir kurtarıcı!

Kurtlara karşı kurtarıcın gördüğün çoban! Değil mi ki önünde sonunda, seni de kurban eden olur, aslında!

Efendiniz de sağ bırakmıyor işte!
________________________

Miraç Kandili ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için gecikmiş bir 23 Nisan yazısı…

(1) Sidretül münteha: 7. kat gökte olduğuna inanılan, mitolojik anlatımlarla süslenmiş, cennetin girişindeki ağaç. Arapça bir izafet terkibi olup “son sedir” veya “tenhadaki sedir” anlamına gelir. Miraçta Hz. Muhammed’in eriştiği son durak (Necm Suresi: 14-16) olarak geçer. İnanca göre bundan sonraki âleme geçebilmek yeryüzündeki varlıklar için mümkün değildir.

Hayır, aziz kardeşim!

Berkin-Elvan

Sistem en iyi bildiği oyuna çeker seni, şiddete!

Çünkü sen topa girdiğinde, nasıl alt edeceğinin kurgusunu hazırlamıştır bile…

Müstebid efendi, varoluşsal tehdit algıladığı öteki’yi sindirmek ve üzerinde tahakküm kurmak için şedit bir tedip uygulamayı aklına koymuştur bir kere…

Sense; ölüm ve savaşın cinnetini yaşayıp, sözde kahraman şehitlerine methiyeler döşüyorsun, yine!

Ölü şahitlerinin huzurunda uluorta dövüşüp, gizli saklı dövünüyorsun!

Hepinizin kutsandığı bir heyula ritüeline dönüşen ve iftiharla sunulan, lütuf jest; efendinin intihali ve sunaktaki kurbanın intiharı oysaki…

Uyandığında, en korkunç karabasanların yanında zemzem suyuyla yıkandığı, korkunç gerçekle karşı karşıya kalınacak olan!

Bense, iğfal edilmiş hilkat garibesine bakar gibi fırlattığın bakışları, utanıp tutamıyorum!

Fütüristik bir pagan ayini gibi duran, şiddet sarmalındaki sessiz haykırışlarım!

İçgüdüsel, bir karşı koyma dürtüsü yalnızca…

Kör kuyular ve sağır duvarlar…

Dünyanın en kolektif yalnızlığı sizinle çektiğim!

Hayat ve hayatta kalma arasındaki yaşamsal ayrımın ayırdına varman için yaşadığım, ucuz bir ölüm!

Hiç nokta koymak istemiyorum yazdıklarıma,

Her şey soru işaretleriyle doluyken, yalnızca ünlem!

Sığırtmacın hınzır güdüsü; efsane efendinin kakofonisi…

Sense tepeden tırnağa bohem…

Ölüler şehrinde kol gezerken, yeniden ve yeniden toprak ananın doğurgan rahminde sarıp sarmalanır; ölüm!

Yeryüzü ne kadar ölüme doğanlarınsa, yeraltı bir o kadar ölüme direnenlerindir…

Ölüm sessizliğinde atılamamış her çığlık, alabildiğine itkisiz ve subliminal bir yalvarıştır, artık!

Ağıtlarım, yaşanan ölüme mahkûm edilişine, benim!

Korkunç sefaletinden cennet kuranlara mı, senin bütün yakarışın?

Çarmıhtaki çırılçıplak bedeninde, bu ne cüret?

“Baba, baba, beni niye terk ettin?” derken!

Waldo, sen neden burada değilsin?

Gerçekten!

Abuk sabuk çağrışımlar…

Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında ilinti kuramayışın…

Kaçtıkça sobelendiğin kötü bir kehanet gibi çöker üzerine!

Öfkeli, insafsız ve kin dolu…

Geçmişinden kaçmaya çalıştıkça yakalar seni alınyazından, sıygaya çeker…

İmgelem dağılır, yaşamla dansın başlar; seni mucizevi ve benzersiz kılan…

Soysuz kere sonsuzlukta kaybolurken vicdan!

İzdüşümleri bile kalmaz olur.

İlahi bir lütuf diye sunulur,  ikiyüzlülük!

Rezil bir yanılgıdan öteye geçmeyen, parçalanan ruhun yansımasıdır, sırla kaplıyken; aldatılan bellek…

Göz ardı ettiğin gerçeklerle, aynaya bakıp da yüzleşemediğin; soylu suretin!

Kan emicilerin, sırra kadem bastığı boş yansımaları; senden evet bekleyen herkesin!

Hâlbuki göz yumduğun olan bitene, dur diyebilme yetindir; özgürlüğün…

Hayır diyebilme gücündür, elinin tersiyle ittiğin!

Unutma!

Her aziz, uygun fırsat kollayan günahkârdır, canım kardeşim…

 

 

Günlerden #BerkinElvan!

Ontolojik kıyım mı, kıyam mı?

 

cebeci-akademisyen-reuters6

Ülkece kuşatılmışlıktan kapatılmaya doğru doludizgin bir süreç, yaşanılan/yaşatılan…

Önce toplumun sinir uçları duyarsızlaştırıldı, şiddet sarmalı kalıcı hale getirildi, ölüm kutsandı ve sonunda kötülük sıradanlaştı…

Yıllarca, “Ne istedilerse veren!” irade, kendisine karşı yapılan 15 Temmuz (Valkyrie*) Operasyonu ardından, “ne istedilerse veremeyecek” durumdaki; siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, gazeteler, televizyonlar (hatta çocuk kanalına bile tahammül gösteremeyip), gazeteciler, yazarlar, çizerler, öğretmenler, akademisyenler kısacası kendi bekası için varoluşsal risk olarak gördüğü tüm muhalif kişiler ve kurumları hedefine koydu! 

Peki ne uğruna?

Zaten “ne istedilerse yapan!”, ülkeyi babasının çiftliği gibi gören, 1şebeke 15 yıldır iktidarda değil mi? 

Büyük bir melanet!

Hizmete himmet ettikleri onca seneden sonra bir kusurumuz varsa affola!

Normal şartlarda cumhurbaşkanlığı ve milletvekili genel seçimlerinin 2019 yılında yapılacağı ve isterse bir dönem daha seçime girebileceği varsayılırsa; hem cumhurun başkanı hem de fiilen yürütmenin başkanı olarak “ne isterse yapabilecek!” konumundaki reis, bu son anayasa değişikliğini hangi nedenle bu kadar çok arzuluyor acaba? 

Çok bunaldıkları için olmasın be reis!

Yerleşik ahlak algısının irrasyonalizasyonundan, cinsiyet ayrımcılığı/homofobi ve kadın düşmanlığından, yolsuzluk ve rüşvetin kurumsallaşmasından, siyasal ve toplumsal kutuplaşmadan, ekonomik gerilemeden, gelir dağılımdaki uçurumun artmasından, yozlaşmış askeri/sivil bürokrasiden, vesayet altına alınan yargıdan, sermayenin el değiştirmesinden, ekosistemin ve tüm canlı habitatının tahribatından (ki en son kendileri bile şehircilik açısından sınıfta kaldıklarını kabul etme noktasına geldiler) sonra; özgürlük ve güvenlik tahterevalinde, katı güvenlikçi paradigmaların dayatılması ile en basitinden demokrasiden ve evrensel insan hakları ilkelerinden bile uzaklaşılarak totaliter bir rejim kurgusuna doğru şanzımanı dağıttık, freni patlattık yokuş aşağı gidiyoruz!

2010-2015 arasında 432 faili meçhul yaşandı, 1299 kişi yargısız infaz edildi.

9 il ve 35 ilçede sokağa çıkma yasağı uygulandı. 78 çocuk, 69 kadın 338 sivil yurttaş yaşamını yitirdi.

2002-2015 arasında 13 bin 928 kadın cinayeti gerçekleşti.

2010-2015 arasında 16-17 yaş arası 232 bin 313 kız çocuğu evlendirildi. 2015’de 15-16 yaş arası 17 bin 789 çocuk doğum yaptı. Çocuk istismarına ait sağlıklı verilere ise ulaşamıyoruz! Sadece davaların katbekat arttığını söylemekle yetinelim.

2008’den bugüne 47 trans birey öldürüldü. 35 trans birey ise intihara sürüklendi.

Efendinin tahakküm içeren pespaye söylemlerine boyun eğişin, müptezel ve sakil bir erdemlilik halinde rıza gösterişinden ötürü değil midir ki; bu ülke bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesidir, artık!

Kaç HDP/DBP’li belediyeye kayyum atandı, kaç eşbaşkan, partili ve milletvekili tutuklandı? Yargı kararları sabahtan akşama değiştiğinden artık karışmaya başladı!

Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelesinde Jean Paul Sartre, Fransız halkını devletlerine karşı sivil itaatsizliğe ve Cezayir halkı ile dayanışmaya çağırınca tutuklanmasını isteyenlere Cumhurbaşkanı De Gaulle, “Sartre Fransa’dır!” diye karşı çıkarken, dünün mağduru bugünün mağrur müstebiti “sen kim oluyorsun!” diyebilir, o halde!

30 bin 470 öğretmen, 3 bin 957 akademisyen, 3 bin 456 hakim ve savcı ihraç edildi.

2002-2015 yılları arasında 184 gazeteci tutuklandı, 2 Şubat 2017 itibarı ile 150 gazeteci halen cezaevlerinde.

112 bin 24 internet sitesi kapatıldı. 

Eh tabi kanun hükmünde kararnameleri anayasaya aykırılık açısından bile değerlendirilemeyen olağanüstü 1hal var elimde! Astığım astık, kestiğim kestik, çaldığım düdük size ne?

Düpedüz bir delilik! İçine düşülen cinnet hali, toplumdaki yarılmayı ve sonuçlarını bile düşünmeden; kendinden olmayan, kendi gibi olmayan ve kendi gibi eylemeyen herkesi ve her şeyi şedit bir şekilde yok etmeye odaklanmış bir paranoya içinde, uygulanan cadı avı tam bir amok koşusuna dönüşmüş durumda…

Vicdanlar kurudu mu, izan ve insaf kayboldu mu 1kere; varlık ve yokluk arasında arafta kalırsın!

Vasat bir soysuzluk panayırında, cambaza bakakalıp, büyülenirsin ve bu vasattaki kaçınılmaz olan tek olgu, sonsuz kere hiçliktir…

Estirilen korku ve panik havasıyla, tüm erdemler ve ahlaki normlar değersizleşir… Sütre iner gözlere ve kulaklar duyarsızlaşır çığlıklara; körlük ve sağırlığa alıştın mı 1kere, gayri değme pespayeliğin keyfine! 

Sustukça, sıranın önünde sonunda sana da geleceğinin idrakine varmadın mı daha?

Belleklerinize nüfuz eder, üzerimize siner, silik bir kişilik; sen sustukça, o öylece durdukça! Tahakküm ussallaştırılırken, topluca uysallaşırız… 

Peki bu durum sürgit devam ettirilebilir mi? Baskı ve zulüm ne kadar sürdürülebilir?

Peki ya, bu sıkışma haline daha ne kadar katlanılabilir?

Ya sıra sana geldiğinde, dayanabilecek misin canım kardeşim?

Yapılan kıyıma, kıyama durma zamanı değil mi, artık?

Hayır deme vakti, gelmedi mi, sence?

 

*Bkn. 20 Temmuz 1944’te Adolf Hitler’e yönelik Schwarze Kapelle (Siyah Orkestra) üyelerince yapılan başarısız suikast ve darbe teşebbüsü 

Hiç Yoksun

unnamed_10

1varmış 1yokmuş…

Memleketin birinde; Riya çokmuş, vicdan yokmuş…

Kalp çok, yürek yokmuş…

Nefret çok, aşk yokmuş…

Hamaset çok, cesaret yokmuş…

Ağız çok, konuşan yokmuş…

Gürültü çok, ses yokmuş…

Laf çok, içerik yokmuş…

Feryat çok, duyan yokmuş…

Bakan çok, gören yokmuş…

Kural çok, uyan yokmuş…

Üzen çok, düzen yokmuş…

Kakofoni çok, uyum yokmuş…

Bozan çok, yapan yokmuş…

Dert çok, derman yokmuş…

Duygu çok, empati yokmuş…

Öfke çok, tahammül yokmuş…

Tahakküm çok, isyan yokmuş…

İnsan çok, insanlık yokmuş…

Erkek çok, adam yokmuş…

Ölüm çok, yaşam yokmuş…

Savaş çok, barış yokmuş…

Mal çok, huzur yokmuş…

Vekil çok, asıl yokmuş…

Çoklar ve yoklar hiç eksilmezmiş tekerrür cumhuriyetinde!

Velhasılıkelam soru çok, yanıt yokmuş!

Hem çok, aslında hiç yok ülkesinde, cumhur mu?

Reayanın, eksilen her bakiyesiyle! Böylece ebediyete intikal eder, gidermiş…

Size ayrılan sürenin de sonuna geldik, işte!

Senden sonrası tufan, artık bana müsaade!

Küfür kıyamet bir son ya da sonun başlangıcı, kötü sonsuzluk erişilen…

Suçluyum, suçlusun, suçlu…

Ayağa kalk!

Müsadere altında garip bir romantizmi çağrıştırıyor; zorla 1aşk müsameresi sanki!

Gizemli bir dokunuşla faş olurken sen, yine bir savruluş ve kendi iradenle yok oluşun ifşası…

Hiddetlenince hezeyanların…

Uluorta kendinden geçişin…

Tüm paradigmaların iflası; şiddet sarmalına rıza gösterişin!

İçinde bulunduğun heyulada, kötülüklere gamsız, bigâne kalışın…

Soruları ustaca savuşturuşun…

Oldum olası;

Sağ çıkma becerin!

Varoluş sebebin;

Yalnızca tutkulu, lakin avam, bir sergüzeşt yaşamak…

Bana da sormadın zaten!

Teşhir edilip gözler önüne serilen sen, sinmiş beklerken…

Bana ne ki!

Senin seçimin…

Ama senin her seçimin, benim kaybedişim oluyor, işte!

Ben hep feryat figan…

Oldubitti biçare sırtlarım, müflis bezirgân misali yükleri…

Peki, sen göze alabilir misin, pervane misali ateşe yanmayı?

Hakikatler cilveleşip dururken, göz göze gelmeye bile korkarsın, sırla kaplı gerçeklerle!

Ortaklaştığın günahlar katmerleşirken;

Değil mi ki gül cemalin hiç solmasın…

Aynaya bakabilecek yüzün kaldı mı, güzel kardeşim?

Demem o ki;

Boşlukta usulca kaptığın yerde, kapladığın hiçlik kadar varsın!

1varsın hiç yoksun…

 

19 Ocak 2007 #AhparigHrant’ın katledilişinin yıldönümü anısına…

Yine bir 29 Ekim: Kimin Cumhuriyeti!

cumhuriyet-A75A-CE04-7F37

Sağ olsun; Facebook, 29 Ekim 2014’te Radikal Blog’taki eski bir yazımı hatırlattı! Tekerrür cumhuriyetinde yaşayıp, kendimizi tekrar etmezsek ayıp olurdu zaten…

Cumhuriyet tarihimizde nerede ve ne yaşatılıyorsa vaka-i adiyedendir ya tüm olup bitenler! Biz de sıra dışı olmayalım, hatta sıradanlaşalım, kötü örnek, örnek değildir demeden; aynı şeyi defalarca tekrarlayıp farklı bir sonuçlar almayı umalım… Aptala yatalım, tesadüf deyip geçelim!

OHAL’de ne yapalım? Noktasına ve virgülüne dahi dokunmadan biz de yazıyı yeniden paylaşalım!

Haydi, okuyalım…

Yeni bir 29 Ekim: Kimin Cumhuriyeti!

Toplumların tarihinde derin izler bırakan, genlerine işlemiş sarsıcı tarihsel kırılma noktaları vardır.

Bunlardan bazıları kıvançla anlatılıp türlü ritüellerle kutlanırken, bazıları ise bilinçaltında derin travmalar yaratan ve adı hatırlanmak bile istenmeyen reddiyelerdir.

Yaşanılan travmatik kırılma noktalarında toplumsal dışavurum uluslaşma sürecini de beraberinde getirir.

Zaferler bilinçli şekilde ritüellerle anımsanırlarken, utanç verici olanlarıysa hatırlatıcı her etkende büyük bir toplumsal huzursuzluğa, bireyler arasında dayanışma ve ortak tepki verme eğilimine sebep olabilir. Bu dilemma, ne yazık ki bazen toplumun sinir uçlarıyla oynayıp, dalga boyu giderek kabaran şiddet sarmalı üzerinde sörf yapılarak toplumsal yarılmaya da yol açabilir.

Halbuki, özellikle tarihin olağan seyrinin işlemesine izin verilmediği coğrafyamızda, tarihin olağan halini hiç yaşayamamış bölge halklarının ve özelde Türk etnisitesinin; varoluş gerçeğini anlamak, hangi dengeler üzerinde durduğunu bilmek ve varlığını hangi sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve politik koşullarda sürdürdüğünü kavramak, ortak bir yaşam ve gelecek tasarımının ideolojisi üzerinde çalışanlar için ön koşul olmalıdır.

Toplumun sosyolojik dinamiklerini göz önüne almaktan uzak tutan pejoratif akıl üzerinden yürütülen skolastik siyaset, bölgemizin bitmeyen sorunların coğrafyası olarak ilan edilmesine sebebiyet veriyor.

“Evet, aslında Ortadoğu coğrafyasında temelde sorunun kendisi yanlış olandır. Ve sorunun evrenselliği ne kadar gerçekse çözümlerin yerelliği de o derece doğru olacaktır.”

(blog.radikal.com.tr)

Coğrafya kaderdir demiştik ya! Bu, aynı coğrafyada ve aynı kaderi paylaşanlar açısından en azından, etik düzeyde bir sorumluluktur.

“Öncelikle bulunduğumuz coğrafyayla ilgili dinsel, mezhepsel, etnik; bölgesel ve giderek küresel ekonomik ve politik stratejik konumlanmalarımız nedense siyasi taktiksel hamlelerden bir adım öteye gidemiyor!
Halbuki, 1000 yıldır bu coğrafyada var olan ve imparatorluk bakiyesinin vasisi konumundaki köklü bir devlet ve politika geleneğine sahip olmakla övünmez miyiz?”

(blog.radikal.com.tr)

Tarihte her zaman egemen bir güç olduğunu düşünen, pek çok devlet kurmakla övünen ve halkının büyük bir kısmının Osmanlı’nın yasını tuttuğu ve Yeni Türkiye’yi Alternatif Osmanlı Paradigması üzerinden Yeni Osmanlıcılık olarak kavramsallaştırmaya çalışan siyasetin doğru ya da yanlış, bu toplumun büyük bir kısmı tarafından benimsenmiş olduğu da gerçektir.

Emperyal Osmanlı’nın yasını tutmakla ardından dayatılan onursuzluğa karşı kazanılan zaferin kıvancını yaşamak arasındaki ikilem Sevr travması üzerinden yaşanmaya devam ediyor.

Bu noktada özellikle, Türkiye’nin yeniden bir Sevr tehlikesi ile karşı karşıya olduğu paranoyası kendini Türk etnisitesi üzerinden tanımlayanların birçoğunda ‘gerçeklik’ olarak algılanmaktadır.

100 yıllık bu paranoya ne yazık ki “ülkeyi beraber kurtardık” retoriğiyle suçlu geçmişin inkarı ve reddiyesi üzerinden Cumhuriyet’in kendi vatandaşları olan (kötü) Kürtler ve (zaten kötü olan) azınlıklara karşı bir önyargıya da tahvil edilmiştir. 

Yeniden bir Sevr korkusunun özneleri ne Kürtler ne de azınlıklar olmalıdır.

Sevr, 1915 Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı, Ezidi ve Süryanilerin sürgünü, Trakya pogromu, mübadeleler, 6-7 Eylül gibi travmatik reddiyeler, aslında emperyalist modernitenin halklara dayattığı ulus devlet inşa süreçlerinde hep birilerinin kıyıma uğramış ötekileştirilmiş ve düşmanlaştırılmış olduğu gerçeğidir. Bir ulusun egemenliğinin diğer halkların özgürlüklerine pranga vurduğu Ulus Devlet inşa süreçlerinin olmazsa olmazlarıdırlar!

Diğer bir husus ta, Türklerin olduğu gibi diğer halkların da toplumsal bilinçaltlarında bir dizi travmaya sahip olduklarıdır.

Unutulmaması gerekense; Türklerin en büyük müttefiklerinin bölge halkları, bölge halklarının da en büyük müttefiklerinin Türk halkı olduğu gerçeğidir.

Zamanı ruhuyla okuyalım; Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşının kurtarıcı motifi ve tarihsel imgesi, hiç şüphesiz Mustafa Kemal’dir. Onun tarihsel eylemliliği sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’i bugün 91.yılında. Ancak en başta tasavvur edilenden bir hayli uzak olduğunu da teslim etmek gerek! Antiemperyalist karakterde başlayıp inkar, imha ve reddiyeler üzerine savrulduğunu da görmezden gelmemiz beklenemez.

Son söz! Zamanın ruhuna eyvallah, ama yine bir 29 Ekim’de kimin cumhuriyeti deme hakkımızı saklı tutuyoruz.

T.C. Tekerrür Cumhuriyeti’ne çevrildiği için (dün yine yeni bir Soma yaşandı Ermenek’te!) tekrarında bir beis görmüyorum.

Zulmün gönderine çekilip katliamlar üzerinde dalgalanan bayraklar altındaki emperyalist Büyük Ortadoğu Projesi’nin antitezi; ebru’nin güzel ahengini yansıtan coğrafyanın kadim tüm ezilen halklarının birlikte yaşam iradesinin tezahürü olan Radikal Demokrasi ve Yeni Yaşam Projesi üzerinden inşa edilecek Demokratik Cumhuriyet olmalıdır.  

 

Suç ve ceza

00000000000000cvtcq8bwgam9nkm

Sarkacın her salınımında,

Hayatta kalmakla insan kalmak arasında,

Ölüm spiraline bir adım daha yaklaşılıyor,

İşte…

Hikâyenin sonuysa hep aynı!

Gerçeği öğrendiğinde yas tutmaya başlarsın!

Sadece…

Özgür de olamayız,

Çünkü

Güvende değiliz!

İkileminde…

Peki,

Avazın çıktığı kadar sessiz kalabilir misin?

Olan bitene…

Tarih durur, sen cinnete kışkırtılırken!

Zembereğinden boşalan bellek savrulur!

Anlak dağılır…

Kötü sonsuzluk bu olsa gerek,

Efendi değişir, eşitsizlik değişmez!

Oysa,

Aklın ağır bastığı yer,

Bilincin güce galip geldiği yerde…

Sense,

Hep

Sil baştan

Tüketirsin…

Uzam,

Zaman,

Mekân,

Derken!

At kendini kurtul!

Buralardan…

Acının dinmesini bekleyip,

Sağalmayı dilerken…

Çok kişilikli bir azınlık halini alır!

İçinde bulunduğun tek kişilik deliliğin,

Kışkırtıldığın cinnetin olur!

Getirdiğin nedametin…

İtiraf,

İftira,

Ve  

İhanetin…

Bak!

Her yerin,

Kan,

Revan…

Ele geçirilmeyecektin,

Asla!

Hep

Bir ağızdan,

Oturduğun yerden,

Durmadan,

Soysuz

1Ahkâm…

Hapsolursun derinlerinde,

Kendinden bile gizlediğin gerçeklerin!

Kendini kurtarma adına kurban verdiğin bedenlerin!

Oluk oluk akan kanı,

Yitirdiğin ülken,

Artık

Uzaktır sana…

Bodoslama dalarsın,

Puslu bakışlara…

İflah olmaz bir aşkın,

Fısıltılı dokunuşlarında,

İhanetin dayanılmaz cazibesine kapılırsın!

Gel gör ki,

Serzenişlerin boşuna…

Anlasana!

Yetmez,

Hiçbiri sana…

Dengini toplayıp,

Yola koyulma vaktidir,

Sığınacak başka limanlara!

Vakit geç değil,

Henüz

Hâlâ…

Her eksiltme,

Kâr hanesine yazılmış katliamların öğretisidir!

Sana…

Ama unutma!

Her suçun bir cezası da olur,

Bu hayatta…

 

Ceberrut devletin kötücüllüğüne boğun eğenler ve alayına isyan bayrağını göndere çekenler için…

Karşı tarafın ölüsü

0000000000000000000canım-kardeşim.jpg

“Mevtayı nasıl bilirdiniz?”, diye sorunca adettendir; hepimiz “iyi” biliriz!

Yaşayan ölüler mezarlığına çevirdiğimiz bu coğrafyada…

Aslında biz, birbirimizi iyi biliriz!

Düştüğümüz kuburda!

Ötekileştirdiklerimize kabir azabı çektiririz…

Bolca, “karşı tarafın” ölüsü vardır, “hainler mezarlığına” gömülmeyi hak eden!

Ya da inançlarının gereği yerine getiril(e)meyen, hatta gömülmeyi bile hak etmeyen; sokak ortasında çıplak teşhir edilen ve sürüklenen ve köpeklere yem olmasın diye elde taşlarla beklenen veyahut buzdolabında günlerce bekletilen ya da poşet içinde 5kilo kemik verilip; “Al bu senin baban!” denilen…

Allah hepimizin müstahakını vermiş!

Zaten…

Tövbe estağfurullah!

Çetele tutmakta neyin nesi?

O sizden, bu bizden…

En kahramanımız da Rıdvan, hâlbuki!

“Bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamayınca!”

Ama hangi tarafın ölüsü olduğunu sorgulamaya başlayınca!

Nasıl yaşadığından öte, nasıl öldüğün önemseniyor!

Sadece…

Ve hayat gitgide anlamsızlaşmıyor mu böylece?

Hamaset kokan diskurlarla; şehitler de ölüyor, vatan da bölünüyor!

Acıları tokuşturma ayinlerinde!

An, mekân ve eylem bütünselliği bükülüyor…

Eksilmiş bakiyenle!

100leşmedikçe!

Sorgulama hakkını kendinde bulabilirsin, ama peki ya yargılama hakkın var mı?  

Hep karşı tarafta olduktan sonra!

Adaletli olabilir misin?

Mesela!

Peki ya özgür müsün düşüncende?

Vicdanlı mısın, her şeyden önce?

Kötülüğün sıradanlaştığı ortamda, barışın erdemini savunabilir misin?

Mesela!

Başını yastığa koyduğunda huzurlu musun?

Olan bitene kayıtsız kaldığına göre…

Mutlu musun?

Vurdumduymazlığınla!

Hem, herkes ya içerde ya kabirde!

Waldo, sen neden burada değilsin ki?

#OHALde!

Çok oldunuz!

Hiç olmadığınız kadar…

Ama bir o kadar da yoksunuz!

İdrakten…

Sevgiden…

Rüzgâr ektin, fırtına biçiyorsun!

İşte…

Yaşadığın hayatın faili makbulüsün; içeriksiz, soyut ve kurgusal anlamda…

İster türban tak, ister kalpak, ya da istersen çefiye!

İster kefen giy, ister kara çarşaf, ya da istersen #ŞortunuGiySokağaÇık!

Ne fark eder ki?

Vicdanını soyduktan sonra, çırılçıplaksın karşımda!

Bundan kelli!

Allah taksiratımızı affetsin!

#CanımKardeşim!

Hep birlikte…

 

Sosyal medyada Tarık Akan’ın ölümü üzerine yazan ve yazılanlar üzerine 1satirde benden…