Sırla 100leşme

bb3

Hayattaki görevlerin

Yeniden ve yeniden

Öğrenmek ve başa çıkmak

Sadece

Öğrenmeye değer birşey bulmaya ve onunla başa çıkabilmeye çalışmak

Her deneyim

Hep kahır hep hüsran

Olsa da

Uğraş dur

Bağımlısın

1kere

Hep akıntıya karşı

Kürek çekişin

Güvenli liman arayışın

Sığındığın bahanelerin

Tükenmişliğin

Her kazaya uğrayışın

Her yanışın

Anka misali

Geride bıraktığın

Yarım yüzyıl

Sırla kaplı

İleriye bak

Herkes kendi yolunu bulur

Peşinde yansımalar

Keşkeler

Pişmanlıklar

Yaşanmışlıklar

Yaşayamadıkların

Uzanıp uzanıp tutabildiğin

Sadece utandıkların mı

Karabasan bir yalnızlık kaplar

Yine hedef tahtasındasın işte

12den vurulup vurulup

Ancak iyileştikten sonra arda kalır yaraların

Herkes kendi yarasını bulur

Yaralarından tanışır

Herkes kendi yarısını arar

Sırrın önünde

İçinde

Dışında

Çemberler

Maskeler

Suratsız

Yüzsüz

Arafta

Herkes kendi yasını tutar

Mare Nostrum*

e967961e987317a29a014abd0c2339766179c34a

Ölümün her türlüsüne alışmıştık

nekro fetişist iktidar kapışmasının

hadese ceset taşıyan ruhlardık

yaşamın kıyısından limansız zifiri laciverde açılmıştık bir kere

ancak gözün alabildiği kadar ufuksuz savrulduk bizim denizde

ölüler ölüleri gömebilsin diye

bitimsiz bir yolda

gölgesi peşi sıra yürüyorduk

biliyorduk

gün kısa gelecekse uzun sürüyordu

öylece bakakaldılar

yazgıya dönüşen nefrete

kalakaldılar ardından

olup bitenlere

tahakküm etme hırsına

boş beleş meccani bir kalkışma değil

ölüler dirileri gömmesinler diye

her şeyi olduğu gibi kendini de yok eden karanlığa inat

efendiye direnirken sokaklar

söylenmesi gerekenleri söylemediğin

görmen gerekenleri görmediğin

sırla kapladığın geçmişle 100leşmediğin

çok da soylu bir ikiyüzlülükle inkār ettiğin vicdansızlığınla

hiçliğin ortasında

arafda

yaşayan ölüler mezarlığındasın kardeşim

zehir zemberek fecaat bir felakete sürüklenirken zaman

son sığınağındır aslında yaşadığın mekan

bilinmezlikten öte gayet de iyi bildiğin

figüranı olduğun hayattan rol çalabiliyor musun

kötü senaryoyu ters yüz ettiğinin resmidir işte o an

unutma

en büyük oyuncularıdır yaşamın en usta hırsızlar…

___________________________

Papazı dövdürttükten sonra sıra kendine geldiğinde ancak aklı başına gelen! Chp’nin sokağa çıkması üzerine yazılmıştır.

* Mare Nostrum: (Latince: Bizim Deniz) Akdeniz için Romalılar tarafından kullanılan bir ad.

Yüzleşme

willy

Sahte bir özgürlük ambiyansıyla iğdiş ettiğimiz demokrasiden vazgeçip, pervasızca tahakkümü seçmiştik ya!

T(ekerrür) C(umhuriyeti)nin şiddet tekelini ceberut bir biçimde kullanan tek kişilik hükümetinin! toplumun ortak çıkarlarına aykırı olarak tiranlığa (d)evrildiği ve K(anunsuz) H(ükümlerin) K(ol gezdiği) ve peşi sıra iktidar ve goygoycularının galebe çaldıklarından emin, dehşetengiz “sivil ölüm” naraları attıkları, hem ölümü kutsayıp hem “gömme hakkını” bile hiçe saydığı şu günlerde, bazı mahfillerde çok ses getiren ve yeniden farkındalık yarattığına inandığım bir çıkış yaşadık…

Bazısı iyi, bazıları kötü ve birileri hiçbir şeyin farkında bile değilken, 1nebze de olsa can suyu içtik. Ve kendi meşrebimizden yorumladık…

Maktulün de katilin de sahih adlarını biz bilirdik!

Hem mazlum hem zalimdik, hem kurban hem de katildik!

En acımasız olanımız da en merhamete ihtiyacı olanımız da, biz’dik!

#OHALde!

Herkese ait ve hiç kimseye ait olmayan soyut bireysel olaylarla yüzleşmeler müşahhas sonuçlar yaratabilir mi, sizce?

Ya da; “Ba’de harabü’l-Basra!” mı demeliydik, görünce?

Yeter kardeşim! Okumaktan soğuttun, sıdkımız sıyrıldı, zaten yazıların bulmaca, dilin bilmece; bu yazıdan da bir hayır çıkmaz bizce…

Peki tamam; siz tek biz hepimiz, öyleyse!

Kimden veya neden bahsettiğime gelince;

Fransa’da görevini halefi Macron’a devreden cumhurbaşkanı Hollande’ın veda konuşmasını kader midir hasbelkader midir izledikten, Willy Brandt’ı düşündükten ve Hasan Cemal’e öykündükten sonra, “Kendi Ermeni meselesini” kaleme almış; Trabzon “Sopalı Mutasarrıf”ı Cemal Azmi’nin torunu Aydın Selcen ve “….kendi adıma Ermenilerin soykırım acısını paylaşıyorum” diye bitirmiş.

11.11.2014 tarihli Radikal Blog’taki “İslam’da 99; 100’den büyüktür…” yazımda 100.yıl ve 100leşme adına çağrıda bulunmuştum ben de;

“Kendi filminin figüranı, ötekileştirdiklerine cehennem azabı ve araftakileriz! Ya.

En makbulümüzün maktul olanımız olduğunu unuturuz!

İşimize gelir.

Kadere ve kazaya iman eder gibi iman ederiz, tarihe!

Ve tarihin ironisidir aslında; “Bu ülkede Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldüklerini ispata çalışırlar”mottosu.

Neresinde konumlandığımıza göre değişen failleriyiz aslında tarihin.

Ama unutmamalı; tarihin de Münker ve Nekirleri olduğu.

Ve vereceğimiz yanıtlara göre belirlenecek; cennetimiz veya cehennemimiz.

Failin söyleminin hegemonyası altında kötülüğün sıradanlaştığı bir ortamda, barışmanın erdemini sahiplenmek ve anlatabilmek.

Doğru bildiklerinin aslında yanlış olduğunu ve imgelerin anlamsızlaştığı ve yüzleşmenin ötesinde sağlıklı unutabilmek olanları. Yani rehabilite olmak karşılıklı, mümkün mü?

Ama birilerini veya kendimizi tatmin aracı olarak kullanmanın ötesinde, acıları araçsallaştırmadan ya da tokuşturma ve yarıştırma ayinlerine teslim olmadan. İçselleştirebilmek!

Uçurum ne denli derinse yüzleşmenin de o derece yakıcı ve de yıkıcı olduğunu unutmadan!

“Hayat bazen farkına varılmadan yaşananlarla anlam kazanır” der bize pandispanya sunarken, Mario Levi. (Size Pandispanya Yaptım)

Ve tarihin failleridir aslında yaşadığımız hayatlar.

İçeriksiz hale getirip, içini boşaltıp, soyutladıktan sonra yeniden kurgulanan ve belki de farkına varılmadan yaşanılanlarla anlam bulurken hayat, evet failidir aynı zaman da tarihin.

An, mekan ve eylem bütünselliği içinde; opozitidir kendi kendinin.

Bazılarımız cehennemdedir!

Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi. İktidar erkini elinde tutan 3.Ordu Komutanı Mahmud Kâmil Paşa gibi; çeteciler İTC Merkez Komite üyeleri Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım gibi; tetikçiler Yakup Cemil ve Deli Halit gibi ve uygulayıcılar Diyarbakır Valisi Mehmet Reşit ve Malatya Müftüsü Sağırzâde ve Trabzon “Sopalı Mutasarrıf”ı Cemal Azmi gibi…

Bazılarıysa yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip olanlarımızdır. Kimi zaman “Ben valiyim, eşkıya değil” diyen Ankara Valisi Mazhar Bey’dir, kimi zaman Kastamonu Valisi Reşat Bey, bazen Kütahya Mutasarrıfı Faik Ali’dir, bazen “gâvurları koruduğu” için öldürülen Malatya Belediye Başkanı Azizoğlu Mustafa Ağa’dır ve bazen de tehcir emirlerini uygulamayı reddettikleri için öldürülen Basra Valisi Ferit Bey ve Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Bey’dir…

Ve aslında her birinden birer parça vardır bugün yaşayanlarımızda.

Araftakilerizdir, bizler!

Ruh hali güvercin tedirginliğinde olanlara bile sahip çıkamamışızdır.

Hatırlayan kaldı mı?

Bakın ne demişti 23 Nisan 2014’te dönemin Başbakanı Erdoğan, Başbakanlık resmi internet sitesinde yayınlanan açıklamasında; “Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi, Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir.”

1915’e ad ver(eme)me üzerine dalyaya bir kala gelinen nokta; evet milattır! İnkar ve reddiye üzerine inşa edilen cumhuriyette.

Farkındalık dile yansımıştır bir kere!

Toplumsal bellekte yer alan “sakladık-kurtardık” mit’inin ve Ermeni Soykırımı’yla ilgili “inkar habitusu”nun sonuna gelinmiştir.

Dönüşü yoktur!

Kırılan ve nar taneleri gibi ezilenlerin “alikobenisidir” artık “99”.

Geride bırakılmalıdır!

Ve beklenmemelidir; “duru bir suya bakabilmek” için yeni yüzyıllar!”

24 Nisan 2015, tam da geçmiş müsveddeleri temize çekmenin zamanıydı, sağalmak adına…

Olmadı, yapamadık!

“Ermeniler ve Türkler birbirlerine bakışlarında klinik iki vaka durumundalar! Ermeniler travmalarıyla, Türkler de paranoyalarıyla” demişti ya Ahparig Hrant; Türklüğe hakaret suçlamasıyla yargılanmasına yol açan 23 Ocak 2004 tarihli Agos’taki yazısında…

Kötülüğün çok da sıradanlaştığı coğrafyamızda, paranoyalarımızı, birer birer yüzümüze vuruyor; iman ettiğimiz ve sırla kaplı gerçeklerin yansıması olan, tarih…

Önünde sonunda kaçınılmaz sonumuz oluyor, faili olduğumuz gerçekler; sırları dökülen aynayla yüzleştikçe…

“Eylemin kendisinden korkmayan sözünden hiç korkmaz” dedirtir Kral Oidipus’a Sofokles!

Kıssadan hisse!

Canavar devletin yardakçıları, sizler yaptıklarınızla iftihar ede durun… “Biz” de ihtar ediyoruz!

Sözümüzü esirgemeyeceğiz!

Bundan kelli gâvura gâvur da demeyeceğiz, papazı da dövdürtmeyeceğiz!

Bu ülkede Kürtler yaşadıklarını Ermeniler öldüklerini ispata çalışır ya; EM HEMU HRANTIN, MENK POLORYS HAY ENK! diyoruz hep birlikte…

Korku bulaşıcıdır ama cesaret daha bulaşıcıdır, işte…

Açlık

nuriye-semih-reuters1-1

Kendinizi ne sanıyorsunuz

imgelem gücünüz kaybolmuş

diğerkâmlıktan nasibini alamamış

makûs talihinizle sürekli yoksullaşırken

gölgenizin peşi sıra sürükleniyorsunuz

en kötü kehanetiniz kâbusa dönüşürken

gördüğü kaçınılmaz sonu ağırdan alıyordu

rol çaldığı mahşeri kalabalıkta yalnızlaşırken

iktidar fahişeleri el pençe divanda durmuştu

fıtratlar ülkesinin kalın harflerle yazılan an’larında tutsaklığını anımsadı

içinde bulunduğu kenefle yüzleşirken

hoyrat bir vurdumduymazlıkla

kanunsuz hükümlere gelmişti

affınıza mağruren

sessiz harfler ülkesinde

sesli sesli ağlarken

dehşete düştü ardından

toprak ayaklarının altından kayarken

hepi topu 1sıkımlık canı kalmıştı

zembereğinden boşalan yay zaman sarkacını salınımsız bırakırken

kötü sonsuzluğu imgelemişti

köle efendiye başkaldırırken

garabet bu ya

soysuzluk panayırında sonsuz şehvetle arzulanan varsıllık

her şeyi olduğu gibi kendini de yok eden suskunluk

gözünün önünde eriyip giden insanlıktan yoksunluk

âdeta mütemmim cüzünüz vicdansızlık

onlar mutlu mesut

şaşkınlıktan küçük dilini yutarken hayâsız

biz’e kalansa

hep açlık

riyasız…

______________________________

Açlık grevindeki Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’yla dayanışma adına…

Hubris ve Nemesis

images

“Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir. Fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı.”

Elie Wiesel

***

Bazısı, Sidretül münteha’ya(1) çıkıp, teokratik monarşinin yeniden ihdasını kutlarken, bir kısım da Anıtkabir’de parlamenter demokrasinin yasını tuttu; bu 23 Nisan’da…

Zavallı ülkemde ilahi komedyanın dünya prömiyeri oynanır, her daim…

Sarkacın her salınımında zaman, gerisin geri başa, en başa döner…

Daha kuvvetli olana kadar ertelediğiniz savaşınız…

Boynumuzda yaftanız, ki hoyratça, yaşama meydan okuduğunuz…

Kibrin neticesinde hak ettiğiniz ilahi cezadır, yarattığınız düşmanlığınız…

Yok aslında birbirinizden farkınız!

İstikrarın (siz kurulu düzenin diye okuyun) devamı, terörle (siz toplumsal muhalefet diye okuyun) ve dahi 7düvelle (siz nasıl okursanız öyle okuyun) mücadele adına rehin tutulan güruhlar, zulümlerden zulüm beğeniniz!

Kaçtıkça kovalandığın çok da sahici, özel bir deneyimdir ölüm!

İçindeki ötekiyi öldürebilirsin; zavallı mağdur, maktul olur artık!

8sütüna manşettir, olgusal karşılığı olmayan intiharın!

Eni sonu efendisiz sağ kalamıyorlar, işte!

Mağdur ve maktulün zalimle yer değiştirdiği coğrafyada, merhamet araman boşuna…

Mağrur ve ceberut bir vasatın maksadını aşan hadsizliğiyle son bulur, kibirli yaşamın!

Her birinizin egosu kendi nesnel gerçekliğinizle yüzleşebilecek kadar büyük mü?

Peki, yüzleştiğiniz gerçeklere dayanabilme gücünüz!

O, ne kadar büyük?

Güç zehirlenmesinin kaçınılmaz sonu; imgelemindeki zafer arenasında savaşmadan duramayan ve kendi imgesine narsistik bir hayranlıkla bağlı, gerçeklik duygusunu yitirmiş, kadiri mutlak bir kurtarıcı!

Kurtlara karşı kurtarıcın gördüğün çoban! Değil mi ki önünde sonunda, seni de kurban eden olur, aslında!

Efendiniz de sağ bırakmıyor işte!
________________________

Miraç Kandili ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı için gecikmiş bir 23 Nisan yazısı…

(1) Sidretül münteha: 7. kat gökte olduğuna inanılan, mitolojik anlatımlarla süslenmiş, cennetin girişindeki ağaç. Arapça bir izafet terkibi olup “son sedir” veya “tenhadaki sedir” anlamına gelir. Miraçta Hz. Muhammed’in eriştiği son durak (Necm Suresi: 14-16) olarak geçer. İnanca göre bundan sonraki âleme geçebilmek yeryüzündeki varlıklar için mümkün değildir.

Anlaka Mugayir

img_4931-1

Ya hep mağdur

ya hep mağrur

bu neyin kafası

bu neyin cakası

bok yemenin arapçası

başının halesi

götünün lalesi

yok artık

ananın örekesi

aman estağfurullah

bundan kelli

mütemmim cüzümüz aymazlığın dik âlâsı

kıyamet alametleri belirdi

maşallah

istihareye yatmanın tam sırası

biraz hayret

ha gayret

az biraz da dehşet

yolun sonu göründü

inşallah

yüz çevirdiğin bir dolu nimet

illa billa himmet

yar bana bir medet

illallah

ama onur

ama erdem

ama vicdan

geç bunları anam babam

hayal olur

eyvallah

ulvi bir ikiyüzlülük

ilahi adalet

uhrevi kıyıcılığın

süfli suretin

vakayı adiyedendir bozulan sicilin

süphanallah

ismi ak cismi pak

cazgıra salavat

has dur

ya allah

zifiri karanlığa biat eden tarumar mahlukat

kitlesel bir adanmışlıkla vuslata erişen itaatin

affınıza binaen

en aşağılık istidadın olur

alimallah

dara düştük

har gün dostları

onlar tek biz hepimiz

evelallah

yel vurdu savrulduk

har vurdu nar ile kavrulduk

cümle libaslardan kurtulduk

vesselam

anadan üryan

saf masumiyetiz

elhamdülillah!

Ot Obur Müşrikler İçin Bir Satir

bb1

Bre adap edep yoksunu, bre aç sefiller, bre kendini bilmez ot obur müflisler!

Bilmez misiniz; fetva makamı en üst akıldır ve Hilâfet en üst makamdır…

Filhakika, biz reayamızın salahı ve dâhi sıhhatini düşündük, riyaseten!

Şüphesiz biz her şeyin en iyisini biliriz!

Diğer cümle mahlukatın gezdiği otlaklarda yediği haltları bilmez miyiz?

Bre meczuplar, bre münafıklar, bre zındıklar!

Fıtratınız takvanıza yetmemiş, fakr-u zaruret içinde fıtratmışsınız!

Be hey gafiller!

Şüphesiz ki bize şirk koştunuz ve nefsinize yenik düştünüz…

Bilin ki, bizim gazabımız rahmetimizi aşacaktır!

Tevekkeli değil, kalubeladandır, helale haram katılır, lakin zinhar pişmiş aşa su katılmaz!

Amma velakin sizin gibi fuzuli şagil iblisler bunu bilmezler…

Araf’ta bile ecrimisil ödemeye mahkûmsunuz…

Bre kendini bilmez şaşkınlar, bre kaçkınlar!

Tevekkülü unutmuş münafık dilleriniz, hilaf-ı hakikattir serzenişleriniz ve müptezeldir zat-ı şahanelerimiz!

Bazılarınızın yüzü suyu hürmeti olmasa, bilesiniz küfrün mabedindeki desiseciler; helak edeceğiz sizleri!

Yağdıracağız üzerinize semadan, ebabil kuşları ile suçları…

Hiç şüphe yok ki, biz en iyisini düşünürüz!

Eğer yerseniz!

İnayetimiz üstünüze olsun, köftehorlar…

Ezcümle sürüler sizi beklemektedir zaten…

Kaldırdığınız kazana indirirsiniz risaleten, üstünüze afiyet yer zat-ı alileriniz!

***

Üstüne alan alınsın…

Hayır, aziz kardeşim!

Berkin-Elvan

Sistem en iyi bildiği oyuna çeker seni, şiddete!

Çünkü sen topa girdiğinde, nasıl alt edeceğinin kurgusunu hazırlamıştır bile…

Müstebid efendi, varoluşsal tehdit algıladığı öteki’yi sindirmek ve üzerinde tahakküm kurmak için şedit bir tedip uygulamayı aklına koymuştur bir kere…

Sense; ölüm ve savaşın cinnetini yaşayıp, sözde kahraman şehitlerine methiyeler döşüyorsun, yine!

Ölü şahitlerinin huzurunda uluorta dövüşüp, gizli saklı dövünüyorsun!

Hepinizin kutsandığı bir heyula ritüeline dönüşen ve iftiharla sunulan, lütuf jest; efendinin intihali ve sunaktaki kurbanın intiharı oysaki…

Uyandığında, en korkunç karabasanların yanında zemzem suyuyla yıkandığı, korkunç gerçekle karşı karşıya kalınacak olan!

Bense, iğfal edilmiş hilkat garibesine bakar gibi fırlattığın bakışları, utanıp tutamıyorum!

Fütüristik bir pagan ayini gibi duran, şiddet sarmalındaki sessiz haykırışlarım!

İçgüdüsel, bir karşı koyma dürtüsü yalnızca…

Kör kuyular ve sağır duvarlar…

Dünyanın en kolektif yalnızlığı sizinle çektiğim!

Hayat ve hayatta kalma arasındaki yaşamsal ayrımın ayırdına varman için yaşadığım, ucuz bir ölüm!

Hiç nokta koymak istemiyorum yazdıklarıma,

Her şey soru işaretleriyle doluyken, yalnızca ünlem!

Sığırtmacın hınzır güdüsü; efsane efendinin kakofonisi…

Sense tepeden tırnağa bohem…

Ölüler şehrinde kol gezerken, yeniden ve yeniden toprak ananın doğurgan rahminde sarıp sarmalanır; ölüm!

Yeryüzü ne kadar ölüme doğanlarınsa, yeraltı bir o kadar ölüme direnenlerindir…

Ölüm sessizliğinde atılamamış her çığlık, alabildiğine itkisiz ve subliminal bir yalvarıştır, artık!

Ağıtlarım, yaşanan ölüme mahkûm edilişine, benim!

Korkunç sefaletinden cennet kuranlara mı, senin bütün yakarışın?

Çarmıhtaki çırılçıplak bedeninde, bu ne cüret?

“Baba, baba, beni niye terk ettin?” derken!

Waldo, sen neden burada değilsin?

Gerçekten!

Abuk sabuk çağrışımlar…

Geçmiş, şimdi ve gelecek arasında ilinti kuramayışın…

Kaçtıkça sobelendiğin kötü bir kehanet gibi çöker üzerine!

Öfkeli, insafsız ve kin dolu…

Geçmişinden kaçmaya çalıştıkça yakalar seni alınyazından, sıygaya çeker…

İmgelem dağılır, yaşamla dansın başlar; seni mucizevi ve benzersiz kılan…

Soysuz kere sonsuzlukta kaybolurken vicdan!

İzdüşümleri bile kalmaz olur.

İlahi bir lütuf diye sunulur,  ikiyüzlülük!

Rezil bir yanılgıdan öteye geçmeyen, parçalanan ruhun yansımasıdır, sırla kaplıyken; aldatılan bellek…

Göz ardı ettiğin gerçeklerle, aynaya bakıp da yüzleşemediğin; soylu suretin!

Kan emicilerin, sırra kadem bastığı boş yansımaları; senden evet bekleyen herkesin!

Hâlbuki göz yumduğun olan bitene, dur diyebilme yetindir; özgürlüğün…

Hayır diyebilme gücündür, elinin tersiyle ittiğin!

Unutma!

Her aziz, uygun fırsat kollayan günahkârdır, canım kardeşim…

 

 

Günlerden #BerkinElvan!

Bir garip yazı


Kendimi paralıyorum!

Güzel şeyler yazayım, iyi şeylerden bahsedeyim diye…

Ama nafile!

Yazamıyorum, işte…

Kalemi olanca şiddetiyle art arda saplıyorum harflere, sözlerim kanıyor, sadece!

Palimpseste dönen yaşamım silikleşiyor gitgide…

Her sözümde çılgınlığım artıyor…

Cinayetim anons ediliyor; ölü ya da diri, başıma talih kuşu konmuş!

Şunun şurasında, içimden haykırmak geliyor avazım çıktığınca, ama nutkum tutulmuş!

Sizin cinnetiniz, benim cehennemim sonuçta!

Vurun beni!

Lanetli düşüncelerin eşliğinde ve intihar eşiğinde, lütuf diye sunduğun ölüme dörtnala koşarken…

Öznesi olamadığın hayatın nesneleştirilen şeyisin, sen!

Önce dünyaya bedeldin, velev ki yegâneydin! Sonra tekleştirilip ardından tek tipleştirildin ve olan bitene bigâne kaldıkça, doğaçlama bir monologta yalnızlaştın…

Rolün hakkını veremedin… Nâr altında suflörsüz son sözlerini bile söyleyemedin!

Kendi filminde figüran olduğun müddetçe yaşadıkların müstahakındır, senin…

Ezcümle, ezberletilen replikler iğreti dökülse de dudaklarından, senin hikâyendir aslında anlatılan!

Enikonu pespaye, lakin gösterişli ve davetkâr, bir kabareden mülhem…

Bak yine aklıselimi davet ediyorlar prömiyere, statükoyu meşrulaştırsın diye!

Karanlık ne renktir? Bilir misin?

Söz temsili, gücün katmanları arasında sıkışan sözün tözden intikamıdır! Ben’in biz’de intiharına karşı…

Öteki olan her şey söz misali…

Efendinin karanlığı yaratan kudreti ve müptelası olduğun şiddeti, söz gelimi…

Aşinası olduğun ama bir türlü yüzleşemediğin karanlık müphem sureti, söz gelişi…

Sureti haktan gördüğü fıtratı…

Olur olmaz çelişkileri…

Yüz üstü bırakışı…

Ne de çok söz, demişti halbuki!

Telafisi mümkün olmayan kaybın…

Sağalması imkansız görünen yaraların…

Yokluğun…

Huzursuz eden yoksunluğun…

Acıyı anlatan dilin…

Bunca verdiğin söze sığdırabilir misin, peki?

Gözlerime ürpertisiz dokunuşunda öfkeyle hemhâl oluşun…

Derinlerde gizli saklı tuttuğun gerçeklerin açığa vurduğunda pragmatik akıl yürütüşün…

Su yüzüne çıkan sıfatın tamlanırken eklektik duruşun…

Her şeyin ötesi katiline aşkla bağlı oluşun!

Şimdiki zamanın rivayeti muhtelif kipleri, dipsizliğin korkunç sığlığında, senin uçurumun!

Pandora’nın kutusu açılan ve geçmiş zaman sandukasında gizlediğin sırların, ortalığa saçılan…

Acılarımı sağaltabilir misin; yaşadığın sefaleti unutup, seni kıskıvrak yakalayan hayatta kalma içgüdünle ya da  yaşama sevinci denilen, iflah olmayan vurdumduymazlığınla?

Ölüm, yalnızca sayılardan ibaretti uzunca bir süredir, içine düşülen bu  batak coğrafyada!

Eskimiş  duygular, naftalin kokusuyla esrik; karabasanlardan kâbus beğendi, işkence altında yaşadıklarını hasıraltı ederken çürümüş bir cesetten farksızdın oysa ki!

Boşluklarını dolduran hiçlikte mumya misali sarıp sarmalanırken, Lazarus* gibi mucizevi bir dönüş bekleme, padalya ülkesinin ölümü kutsayan tahnitçilerinden…


*Lazarus, Yeni Ahit’te sözü edilen ve öldükten sonra Hz. İsa tarafından diriltilen aziz. 

Mış…

erdogan_1

Astral bir seyahatte gayya kuyularına doğru akıyor, şimdiki zamanın hikayesi…

Amma velakin mişli geçmiş zaman üzerinden…

Ve yeryüzüne düşmemeye çırpınan kar taneleri kadar olan ömrümüzde, önünde sonunda toprak ananın kimseyi geri çevirmediği şefkatli koynuna doğru usulca sokuluyoruz…

Öyleyse, varsın kısa olsun ömrü hayatımız, bunu bildiğimizdendir ki; başımızda taşırız sikke-i seng-i mezarımızı, bu giden son nefesse havadan, bu da son taksim olsun nevadan, deyip başlıyoruz;

Yaşanan dekadansta, fütüristik kabusumuz; hem kurban hem katil olmakmış!

Dumura uğramış, efkâr-ı umumiye!

Her Türk asker ama tüm insanlar bebek doğarmış!

Bebekten bir katil yaratan karanlık sorgulanmadan, hiçbir şey yapılmazmış…

Ölüm sıradanlaşırken, yaşam ötelenirmiş…

Ayrık otu gibi her çıktığı yerden sökülseler de, en çok acı çekenler, en iyi şifacılar olurmuş…

Derinlemesine hastalıklı bir toplumda hiçbir pişmanlık göstermeden sağalma olmazmış…

Mileli selase, eksik bakiyemizmiş…

Her eksilen bakiyemiz, net hata ve noksanımızmış…

Ve olanlar olmuş!

Hönkürmüş zat-ı şahane;

Gerçek İslam, bu değilmiş!

Asrı saadetten medet ummaksa, beyhude bir çırpınışmış…

Heyhat!

Geçmiş müsveddeler temize çekilmezse, açıkta yapılan kusurun tenhada özürü olmazmış…

Kendini allame sanarmış müstebit, lakin yenildiğini görmezmiş! Halbuki zorbalık, yenildiği anı bilirmiş…

Karinesi ameliymiş kişinin, lafa bakılmazmış…

Muktedir kubura düştükçe, boğazına kadar boka battığından başı dik görülürmüş…

Bu son meclisi mebusan, müesses nizam federallerinin aile fotoğrafıymış!

Mevzu bahis cinnetse taamüden iştirak halinde marazi bir teferruatmış, yaşatılan…

Epik söylenceli, kevaşe bir retorik!

İktidarın goygoycu avanesine bakılırsa; çıitilene çitilene tüm zihinler bembeyaz, akpak pirupak olacakmış…

En büyük başgan bijim başganmış!

Güya yaşanılan ve dahi yaşatılacak yıllar, annus mirabilismiş!

Bu memleket hep vermiş!

Varını yoğunu, eşini aşını evladını, hayalini hayatını…

Lakin hiçbir şey zevatı muhteremlerin iştahına yetişemiyormuş!

Sonunda çanak çömlek patlamış…

Zarf güzel, mazruf boşmuş!

Tek başına bir anlam ifade etmeyen ama cürüm içinde her anlama gelen efradını cami, ağyarını mani olmuş!

Esrik düşlerin sağanağında!

Gökten 3elma düşmüş…

Hep sana hepsi sana!

Bize düşen mi?

Hep öteki taraf olmakmış!

Bundan gayrı gerisi de lafügüzafmış.