Subliminal

subliminal1-C176-5A89-4203

12.11.2014 13:53:56

Alt akıl ortaya saçtığı tüm pespayeliklerine her geçen gün bir yenisini ekliyor.

Pejoratif devlet aklı yine yeni bir subliminal mesaj yumurtlamış!

Başbakan Davutoğlu grup toplantısında;

“Eğer din kültürü ve ahlak derslerinde herhangi bir mezhep ve meşrep değil. Başka bir din, hatta İbrahimi gelenek dışında, yani Hristiyanlık ve Musevilik dışında Budizm dahi tahkir ediliyorsa, onlara karşı bir nefret dili kullanılıyorsa ona önce ben karşı çıkarım, önce AK Parti karşı çıkar, bizim anlayışımızda nefret dili hiçbir zaman olmamıştır.” demiş…

http://www.akparti.org.tr/site/haberler/basbakan-davutoglunun-11-kasim-tarihli-tbmm-grup-toplantisi-konusmasinin-ta/68554#1  

Sen aklımızı koru Ya Rabbim! demekten öte.

Bilsek ki, dini bir “değerler bütünü” olarak tanımlayıp ona göre konuşuyorlar; ki o zaman dinsizliğin de bir din olduğunu teslim ederler. Ama heyhat!

Hemen ardından gelen söylemde asıl maksat hasıl oluyor;

“Maalesef yeni yetişen nesil 32 farzı bile sayamayacak hale geldi. En fazla ıstırap veren şeyler bizden önceki nesiller için buydu.”

Ateistlerin bile din dersi almalarını elzem sayan bu alt zeka yine düpedüz ayrımcılık suçu işliyor. En büyük bölücünün yine kendisi olduğu tekerrürünün önünde suçüstü yakalanmıştır!

Şeytan ayrıntıda saklıdır.Ya!

Beraberce biraz ayrıntıya girelim mi? Ne dersiniz?

“Hatta” ve “dahi” söylemlerinin ötekileştirmeyi mazur gösterme çabalaması ve mahcubiyeti olduğu görülmelidir!

Ötekileştirme mahcubiyetinin, “Anlayışımızda nefret dili olmamıştır” söylemi ile gizlenmeye çabalanması aynı zamanda bunun genetik kodlarına ne kadar derinden sirayet ettiğinin ifadesidir. “Hatta Hristiyanlık ve Musevilik dışında Budizm dahi” söylemi ile de bu inançlar alenen tahkir ve tezyif edilmiştir.

Ortodoks Sünnilik üzerinden yürütülen ve kök paradigmalarla desteklenen bu alt zekanın Müslüman Muhafazakar Demokrat ucube melez siyaseti; demokratlık noktasında özellikle Gezi Direnişi ile, muhafazakarlık noktasında da 17-25 Aralık süreci ile iflas ettiğini ilan etmişti.

Bu noktada Akp tarz-ı siyaset; “legal görünümlü illegal” cehenneminin ateşiyle yanmıştır.

“Bu kültürel çatışma merkezli ve ideolojik yaşam tarzı vurgulu skolastik siyasetin başkaca bir şeyi öngörmesi de beklenemezdi, zaten.”

http://blog.radikal.com.tr/politika/heterodoks-islamin-protestanlasmasi-paralel-islam-76398

Slogan tiyatrosunun “ajitatif propoganda” oyunlarında her daim izleyici boldur. Ya!

Her salı yinelenen “Meclis Tiyatrosu”nun,  “Grup Salonu Oyunu”nda  bize düşen de; “padişahım çok yaşa” korosunu dinleyip gülmek oluyor!

Hem içine düştükleri kibir çukurunun derinliğinden ve hem de attıkları sevinç çığlıklarından sağırlaşan kulaklarının kral çıplak serzenişlerimizi duymalarını da beklemiyoruz.

Zaten herkes “padişahım çok yaşa” diye tempo tutmuşken, “kral çıplak” diyeni kim dinler ki!

Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak olan kayayı tepeye çıkarmakla cezalandırdıkları Sisifos, gibi olduk!

Ama inatla direniyoruz.

Son sözümüz de anlayana gelsin!

“Hz. İsa’ya sormuşlar;

–  Ölü diriltmekten daha zor ne olabilir? Demiş ki;

–  İfhamü men la yefhem (anlamayana,anlatmak)”

 

(Yazıda kullandığım resim, Mencolê @i_zehra nin bir öğrencisinin yaptığı bir resimdir)

Bir Pazar yazısı: Yetmez ama Xanax!

images-1-EDAA-B3B6-6179

08.11.2014 19:37:16
Geçenlerde, Cumhurbaş(ba)kanı Erdoğan Esenler’de düzenlenen toplu açılış töreninde konuşmuştu:

“Kusura bakmasınlar biz aklımızı kiraya vermedik. Bizim ne aklımız ne irademiz ipotek altında değildir… Kobani dediler ama aslında ne kadar korkak olduklarını gösterdiler. DEAŞ vahşeti dediler DEAŞ’ın vahşetini aratmayacak cinayetler işlediler.”

Fransız Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nde katıldığı konferansta da neden IŞİD’i Arapça ismiyle kullandığını şu sözlerle açıklamıştı: “İslami bir örgüt olarak göstermenin gayreti içine giriyorlar. Bir defa İslam anlam itibariyle anlamı barış olan ‘sin’ kelimesinden türemiştir. Anlamı barış olan din asla teröre müsaade etmez. Dikkat edin IŞİD’ı de kullanmıyorum, DEAŞ’ı kullanıyorum.”

Kürt coğrafyasındaki jargonuyla DAİŞ, IŞİD’in Arapçasının ilk harflerinden oluşuyor: DAESH (ad-Dawlah al-Islamiyah fil-‘Iraq wa ash-Sham). 

DAİŞ tamam, DAESH eyvallah ta bu DEAŞ ne menem bir terminolojidir?

Ne diyelim; ayinesi IŞİDir kişinin lafa bakılmaz!

Satılık medyanın ipotekli manşetleri ve kiralık köşeleri ile zaten aklımızı aldınız…

Kiralık vicdanların eşliğinde, algı operasyonları ve uygulanan karartmalarla da adım adım eziyetleri katmerleyip, yeni güvenlik paradigmasıyla; kalan! demokratik hak ve özgürlüklerin de canına okuyunuz…

Amacınız belli… Gelişen toplumsal muhalefetin iradesini kırmak ve direniş ruhunu öldürmek!  

“100 yıl oldu! halen birileri siyaseten Kandil’deki (p)keke’ye  (p)kaka çocuk muamelesi yaparak Esad’ı Esed diye okuyarak politika yapılamayacağını gör(e)medi… Politikayı harflerle oynama sanatı olarak icra edenler siyaseten Emevi Camii’nde namaz kılmayı daha çok beklerler…”     

http://blog.radikal.com.tr/politika/kandildeki-pkeke-74000

Türkiye halkları altında dans edebilecekleri gökkuşağı koalisyonunu oluştururken; kapitalizmin zincirlerini, üretildikleri yerde kırmak zorunda olduklarını hiç unutmamalıdırlar.

Direniş ruhu da sınıf temelli tanımlamalı ve konumlanmalarını bu bakış açısıyla belirlemelidirler.

Politikayı ise harfler ve kavramlar üzerinde oynayıp, kategorik olarak düşman yaratma taktiksel sığlığından öteye taşımalıdırlar. Unutulmamalıdır ki, ancak böylelikle kutsal! savaşlara karşı barışı örgütleyebiliriz.

Savaşkan unsurların, peşreve davet çığırtkanlıklarının kulaklarımızı sağır etmesine de izin vermemeliyiz!

Bu noktadan sonra başkaca bir çıkışın olmadığı kurtuluşun (hep birlikte) daha ileri gitmek olduğunu görmeliyiz…

Bilinmelidir ki, bundan sonra değerli yalnızlar yoktur! sadece tehlikeli yalnızlıklar vardır…

Ve unutmadan, içinden geçtiğimiz şu günlerde akıl sağlığımız için; antidepresanlar candır!  

Türkiye’nin Kürt Siyaseti; taktiksel hata mı stratejik yenilgi mi?

kobani-yryleri-1-kasm-2014-2E29-63A9-E78B

04.11.2014 00:11:05

29 Ekim’de Kürt Sokaklarında âlây-ı vâlâ ile kutlanan Peşmerge Kuvvetlerinin Kobanê’ye geçişi (haklı olarak) “ulusal bölünmüş bütünlük bayramı” ilan edilirken; Türk Sokağında ise “bölünmez bütünlükmit‘inin iflası teyit edilmiş oluyordu.

Her iki bayramın da (cumhuriyet ve ulusal bölünmüş bütünlük bayramı) aynı güne denk gelme paradoksu tümüyle rastlantısal olsa da tarihin bir bildiği vardır elbet!

Ne demiştik: Tarih öğretemezse öğütür! 

http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/t-cumhuriyetleri-77478

Birbirinden bağımsız gibi görünen şeylerin ardında aynı toplumsal değerler ve güçler vardır.Ve coğrafya kaderdir!

İnsanların eşitliği ütopyasının yerini aldığı ulusların eşitliği distopyası (karşı devrimi) kapitalist modernite tarafından tek pazar eşitliğini vaaz/vaad eder. Aslında bu tek pazar eşitliği egemen sınıf olan burjuvazinin çıkarlarını korumak için Ulus Devlet üzerinden; tek vatan, tek bayrak ve tek millet veciz! ifadesinde kendini bulur.

Demokratik Cumhuriyet; ulus devletin reddi ve “Bijî Biratîya Gelan” mottosunun kardeşlik değil ama halkların eşitliği üzerinden daha yerel ve esnek siyasi birliktelikler, dil, din ve etnik körlük üzerinden tanımlamasının pratik ve politik sonucu inşa edilir.

Bu noktada, Demokratik Cumhuriyet paradigmasının pratiği; Rojava Devrimi devreye girer.

“Kürt Özgürlük Hareketi açısından “Süreç” denilen şeyin kendisi bir statü talebi ve demokratik ulus inşası projesidir. Bu proje; tüm halkların, tüm inançların, kadınların, tüm toplumsal kimliklerin, tüm ezilen sınıfların özgür ve eşitçe örgütlemesi, bir arada yaşaması ve varlıklarını demokratik bir şekilde sürdürmesidir. Kürtlerin kendi kendisini yönetmesi ve bu hakkın tanınmasıdır.

Yani sürecin kendisi Kobanê’dir! zaten. Yoksa birilerinin beklediği gibi Pkk‘nin buharlaşması değil.

Kriz yönetene hizmet eder.

Nasıl ki Gezi’de mesele hem sadece bir ağaç ve hem de hiç bir zaman sadece bir ağaç değildi, Çözüm Süreci için de mesele hem Kobanê hem de asla sadece Kobanê değildir.”

http://blog.radikal.com.tr/politika/vurun-ulan-vurun-75446

Demiştik.

İşte bu nedenledir ki; tüm dünyadan seküler, devrimci, demokrat, sosyalist ve liberal güçler ile entellektüeller ve sanatçılar giderek Kobanê etrafında birleşiyor ve Kobanê için dayanışmada bulunuyorlar. Yani Rojava Devrimi, Kobanê üzerinden demokrasi güçlerinin birliğini de örgütlüyor. 

Dayıbaşı Akp ya da “Bijî Berxwedana Kobanê”

indir2-ABE7-0363-6FCE

01.11.2014 15:17:22

“Akp’nin arkasında siyaset yapmaya istekli, zenginleşmiş, şehirli, pozisyon peşinde olan binlerce insan var. Bu yönüyle Akp’nin daha fazla milletvekili sayısına ihtiyacı olduğu için arkadan gelen bu kitleyi”doyurması” gerek.”

http://www.aksam.com.tr/siyaset//mahcupyan-2025e-kadar-ak-parti/haber-350128

Başbakan Davutoğlu’nun yeni danışmanı Etyen Mahçupyan’ın ilk röportajından bir alıntı…

Dikkatlerimizden kaçmaması gereken noktayı yakaladık mı?

Doyurulması gereken “aç” kitle!

“Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu… Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu”  demiş, 1984’te George Orwell…

Ne yazık ki; 2014’te biz de; her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlar, deme noktasındayız!

 

“Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek”

Akp Hükümeti daha koltuğu bile ısınmamışken, 2003 yılında”4857 sayılı iş kanunu” ile yasada ismi “alt işveren” olan taşeronluk sistemini” getirdi. Aslında bu, feodal bir kalıntı olan Dayıbaşılık sisteminin yasal hale getirilmiş haliydi.

Akabinde devamla, Akp’nin iktidarda olduğu son 12 yılda emek piyasasında iş ve işçinin sosyal güvencesi ortadan kalktı. Sendikalar bürokratikleştirilerek işçi sınıfından koparıldı, sermaye ve siyasi iktidara bağımlı dayıbaşlarına dönüştürüldü. Böylelikle sendikal hak ve özgürlükler de engellendi. Yürütülen Neoliberal politikalarla tamamen piyasanın yancısı haline getirilen devlet aygıtı, mevcut yasalarda yer alan denetim görevini bile yerine getir(e)mediği gibi haklarını savunan emekçilere şiddet uygulayarak, onları çalışırken ölmekle açlıktan ölmek arasında bir tercihe zorladı.

Ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanıp, karnını doyurmak için öleceğini bilerek çalışmak zorunda kalan milyonlarca işçinin her ay ortalama 150’si rutine binen iş cinayetlerinde failler değişse de maktullerin hep emekçiler olduğu faili makbuller ülkesinde katledilmekte, binlercesi ise yaptıkları işler nedeniyle hastalanarak yaşamını yitirmektedirler. İzlediği bu siyaset sonucunda Akp’nin 12 yıllık iktidarında sadece iş cinayetlerinde 13binin üzerinde işçi katledilmiştir. Ayrıca; İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 17 Eylül itibarı ile 2014 yılında en küçüğü altı yaşında olan, en az 39 çocuk işçinin iş cinayetinde hayatını kaybettiğini açıklamıştır. http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/158588-2014-te-39-cocuk-isci-cinayeti-yasandi

 

“Düşen bir çığda, hiçbir kar tanesi, kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz”  der, Oscar Wilde…

“Dışarıda kıyametler kopuyor! içeride kaynayan kazan! ve onlar mışıl mışıl uyuyorlar!”

Evet, sadece onlar değil,”hepimiz sorumluyuz” olan bitenden…

Ve yalnızca yeraltı kaynakları değil, yeraltı katliamları bakımından da zengindir ülkemiz…

Eee, tabi… anca doyurur açlarınızı!

Osman Çoksöyler, Ermenek’te madende mahsur kalan 18 işçiden biri… Eşi Şadiye ağıt ve göz yaşları arasında konuşuyor:” Hepsinden şikayetçiyim! Bizim suçumuz gariban olmak, zengine bir şey olmaz. Kapatsınlar bütün ocakları. Çalışmasın kimse. Genç mezarı olacağına, aç mezarı olsun buralar.”

Bir ana su doğru aksın diye borunun yolunu düzenliyor, biri “oğlum yüzme bilmezdi “ diyor, bir diğeri”Allah’ın belası yoksulluk“ diyor, bir diğeri de madenden çekilen suyu yüzene sürüp, içiyor ve”oğlum kokuyor” diyor…

Halbuki biz çok sevmiştik, “Analar ağlamasın” mottosunu…

Ama anaları ağlıyor işte işçilerin!

Ermenek’te işçilerin sağ salim çıkarılmasını umutla beklerken Dayıbaşı Akp‘nin yeni bir filmi vizyona giriyor!

Isparta Yalvaç’ta çoğunluğu kadın ve biri çocuk 18 mevsimlik işçinin ölümüyle sonuçlanan kazada ortaya çıkan bir ayrıntı herkesi şoke ediyor: Dayıbaşı daha çok para kazanmak için 24 kişilik midibüse 46 kişi bindirmiş!

Ne oluyoruz bile demeye fırsat bulamadan, biri bu sabaha karşı diğeri öğlen saatlerinde Bartın’ın Amasra ilçesinde özel kömür işletmesine ait maden ocağında ve Zonguldak’ın Gelik Beldesi Ayiçi Mahallesi’nde ruhsatsız olarak işletilen kömür ocağında meydana gelen göçüklerde ilk bilgilere göre 2 maden işçisi ölüyor, 2 maden işçisi mahsur kalıyor…

Bir ülkeyi tanımak istiyorsak,  o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakcaz ya… Eee, ne güzel ölüyoruz işte!

Son olarak ta her şeye seyirci kalıyoruz, bari sessiz kalmayalım! dedik.

O halde!

Hepimiz için aslında “Conditio sine qua non” (gerekli şart) olan bir “Felix culpa” (mutlu hata) yapmaya var mısınız?

Dayıbaşı Akp’ye karşı, dayanışmanın ”Bijî Berxwedana Kobanê” mottosuyla;

Yakın bir zamana kadar nüfus sayımlarında sokağa çıkma (yasağı) olurdu ve sayılmak için sokağa çık(a)mazdık, şimdiyse (insan) sayılmak adına sokağa çıkıyoruz…”

http://blog.radikal.com.tr/politika/roj-roja-me-ye-75184

Hadi hayırlısı…

“T” Cumhuriyetleri

madencitablo2-E3AA-B635-F61C

30.10.2014 12:35:53

En baştan son söz!

İman edelim.Tarih öğretmez!

Evet tarih öğret(e)mez bu topraklarda ama hepimizi öğütür!

Gücü vardır, böyle biline. Devinimseldir; zamanla kavga eden kaybeder.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, maden ocağında mahsur kalan 18 işçiye ulaşma çalışmalarıyla ilgili olarak, “Su tahliye edildikçe çamur ve bozulan tahkimat geliyor” dedi ve madende kalan işçilerle ilgili umudun azaldığını söyledi.

İşçinin her şeyiyle beraber umutları da emeği de ekmeği de askıdadır bu ülkede ve siz umudu öldürdünüz.

Çamurdaki Ermenek’teki emekçiler değildir aslında, çamura batan iktidarın, aç pergeli döngel siyasetidir.

Ne diyelim ki, tezvirat ve zırva tevil götürmez!

Ama evet, tahliye edilmesi gereken iktidardaki siyaset ve bozulan tahkimat ta resmi ideolojinin tasfiyesidir.

Tekerrür halinde tekbir getirerek taammüden işledikleri emekçi katliamları onlar için teferruat olurken ve bizler buna tahammül ettikçe onlar tasfiye ettiklerini zannettiler. Edep yahu! Biraz da tefekkür edin.

Ve yeniden İman ediyorum! Fıtratımızda var; Tarih öğretmez.

Yeni bir 29 Ekim: Kimin Cumhuriyeti!

cumhuriyet-A75A-CE04-7F37

29.10.2014 16:15:41

Toplumların tarihinde derin izler bırakan, genlerine işlemiş sarsıcı tarihsel kırılma noktaları vardır.

Bunlardan bazıları kıvançla anlatılıp türlü ritüellerle kutlanırken, bazıları ise bilinçaltında derin travmalar yaratan ve adı hatırlanmak bile istenmeyen reddiyelerdir.

Yaşanılan travmatik kırılma noktalarında toplumsal dışavurum uluslaşma sürecini de beraberinde getirir.

Zaferler bilinçli şekilde ritüellerle anımsanırlarken, utanç verici olanlarıysa hatırlatıcı her etkende büyük bir toplumsal huzursuzluğa, bireyler arasında dayanışma ve ortak tepki verme eğilimine sebep olabilir. Bu dilemma, ne yazık ki bazen toplumun sinir uçlarıyla oynayıp, dalga boyu giderek kabaran şiddet sarmalı üzerinde sörf yapılarak toplumsal yarılmaya da yol açabilir.

Halbuki, özellikle tarihin olağan seyrinin işlemesine izin verilmediği coğrafyamızda, tarihin olağan halini hiç yaşayamamış bölge halklarının ve özelde Türk etnisitesinin; varoluş gerçeğini anlamak, hangi dengeler üzerinde durduğunu bilmek ve varlığını hangi sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve politik koşullarda sürdürdüğünü kavramak, ortak bir yaşam ve gelecek tasarımının ideolojisi üzerinde çalışanlar için ön koşul olmalıdır.

Toplumun sosyolojik dinamiklerini göz önüne almaktan uzak tutan pejoratif akıl üzerinden yürütülen skolastik siyaset, bölgemizin bitmeyen sorunların coğrafyası olarak ilan edilmesine sebebiyet veriyor.

 “Evet, aslında Ortadoğu coğrafyasında temelde sorunun kendisi yanlış olandır. Ve sorunun evrenselliği ne kadar gerçekse çözümlerin yerelliği de o derece doğru olacaktır.”

http://blog.radikal.com.tr/politika/rojavanin-filistinlesme-turkiyenin-lubnanlasma-oksimoronu-76826

Coğrafya kaderdir demiştik ya! Bu, aynı coğrafyada ve aynı kaderi paylaşanlar açısından en azından, etik düzeyde bir sorumluluktur.

“Öncelikle bulunduğumuz coğrafyayla ilgili dinsel, mezhepsel, etnik; bölgesel ve giderek küresel ekonomik ve politik stratejik konumlanmalarımız nedense siyasi taktiksel hamlelerden bir adım öteye gidemiyor!

Halbuki, 1000 yıldır bu coğrafyada var olan ve imparatorluk bakiyesinin vasisi konumundaki köklü bir devlet ve politika geleneğine sahip olmakla övünmez miyiz?”

http://blog.radikal.com.tr//politika/roj-roja-me-ye-75184

Tarihte her zaman egemen bir güç olduğunu düşünen, pek çok devlet kurmakla övünen ve halkının büyük bir kısmının Osmanlı’nın yasını tuttuğu ve Yeni Türkiye‘yi Alternatif Osmanlı Paradigması üzerinden Yeni Osmanlıcılık olarak kavramsallaştırmaya çalışan siyasetin doğru ya da yanlış, bu toplumun büyük bir kısmı tarafından benimsenmiş olduğu da gerçektir.

Emperyal Osmanlı’nın yasını tutmakla ardından dayatılan onursuzluğa karşı kazanılan zaferin kıvancını yaşamak arasındaki ikilem Sevr travması üzerinden yaşanmaya devam ediyor.

Bu noktada özellikle, Türkiye’nin yeniden bir Sevr tehlikesi ile karşı karşıya olduğu paranoyası kendini Türk etnisitesi üzerinden tanımlayanların birçoğunda ‘gerçeklik’ olarak algılanmaktadır.

100 yıllık bu paranoya ne yazık ki “ülkeyi beraber kurtardık” retoriğiyle suçlu geçmişin inkarı ve reddiyesi üzerinden Cumhuriyet’in kendi vatandaşları olan (kötü) Kürtler ve (zaten kötü olan) azınlıklara karşı bir önyargıya da tahvil edilmiştir.

Yeniden bir Sevr korkusunun özneleri ne Kürtler ne de azınlıklar olmalıdır.

Sevr, 1915 Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı, Ezidi ve Süryanilerin sürgünü, Trakya pogromu, mübadeleler, 6-7 Eylül gibi travmatik reddiyeler, aslında emperyalist modernitenin halklara dayattığı ulus devlet inşa süreçlerinde hep birilerinin kıyıma uğramış ötekileştirilmiş ve düşmanlaştırılmış olduğu gerçeğidir. Bir ulusun egemenliğinin diğer halkların özgürlüklerine pranga vurduğu Ulus Devlet inşa süreçlerinin olmazsa olmazlarıdırlar!

Diğer bir husus ta, Türklerin olduğu gibi diğer halkların da toplumsal bilinçaltlarında bir dizi travmaya sahip olduklarıdır.

Unutulmaması gerekense; Türklerin en büyük müttefiklerinin bölge halkları, bölge halklarının da en büyük müttefiklerinin Türk halkı olduğu gerçeğidir.

Zamanı ruhuyla okuyalım; Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşının kurtarıcı motifi ve tarihsel imgesi, hiç şüphesiz Mustafa Kemal’dir. Onun tarihsel eylemliliği sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’i bugün 91.yılında. Ancak en başta tasavvur edilenden bir hayli uzak olduğunu da teslim etmek gerek! Antiemperyalist karakterde başlayıp inkar,imha ve reddiyeler üzerine savrulduğunu da görmezden gelmemiz beklenemez.

Son söz! Zamanın ruhuna eyvallah, ama yine bir 29 Ekim’de kimin cumhuriyeti deme hakkımızı saklı tutuyoruz.

T.C. Tekerrür Cumhuriyeti’ne çevrildiği için (dün yine yeni bir Soma yaşandı Ermenek’te!) tekrarında bir beis görmüyorum.

Zulmün gönderine çekilip katliamlar üzerinde dalgalanan bayraklar altındaki emperyalist Büyük Ortadoğu Projesi’nin antitezi; ebru’nin güzel ahengini yansıtan coğrafyanın kadim tüm ezilen halklarının birlikte yaşam iradesinin tezahürü olan Radikal Demokrasi ve Yeni Yaşam Projesi üzerinden inşa edilecek Demokratik Cumhuriyet olmalıdır.  

“Bız Bız Çur” veya Papazı dövdürtmeyecektik!

10348521-623225157813116-4282798486962034942-n-32ED-AE3C-6DD9

26.10.2014 15:51:21

Cumhurbaş(ba)kanı Erdoğan Estonya dönüşü yine pejoratif devlet aklıyla konuşmuş: “Kobani ile alakalı olarak, orası aslen, Kürtlerin mi yoksa Arapların mı tartışmasına girmek istemiyorum. Ama işin aslına bakarsanız, adı üzerinde, Ayn’el Arap’tır.”

Bu tarihsel dinamikleri hiçe sayan üstenci akıl ve kolonyal rejim ağzının nasıl bir toplumsal yarılmaya yol açtığının kavran(a)madığının en üst perdeden telaffuzudur.

Ursula K. Le Guin’in “Yerdeniz Büyücüsü” romanında, her şey ve herkesin bilinen ismi dışında sahih bir adı vardır ve bu sahih adıyla çağırdığınız kişi veya nesne her koşul ve şartta çağrınıza yanıt verir.

Hadi biz de mağdur ve maktulün zalimle yer değiştirdiği coğrafyamızda sahih adları çağıralım.

12 yaşında kendisi de Halep’e giderek araba tamirciliği ile iş hayatına başlayan Bedros Ekmanian, 1940’lı ve 50’li yıllarını geçirdiği Kobani’de güçlü bir Ermeni sosyal hayatı hatırlıyor. Onun anlatımlarından devam edelim: Bedros Ekmanian Ermenilerin “Arap Pınar”a özel bir isim de verdiğini söylüyor: “Pınarın kaynağından çıktığı yerde “bız bız” diye çıkarttığı bir ses nedeniyle sadece Ermeniler arasında bu suyun özel bir adı vardı. Biz “Arap Pınar”a “bız bız çur” yani “bız bız ses çıkaran su” derdik. Bütün Kobani Ermenileri bugün nerede olursa olsun, birbirileriyle karşılaştıklarında “bız bız çur”u hatırlar”

http://www.radikal.com.tr/turkiye/bir_ermeni_cocugun_kobani_hatiralari-1220945

Jean Louis Le Touzet’in Liberation Gazetesi için Kobaneli Mustafa Bekir’le yaptığı söyleşiden alıntılarla devam edelim.

“Mustafa Bekir büyük mavi gözlü Suriyeli bir Kürt. 64 yıl önce Kobani’de doğmuş.(kendi anlatımlarıyla) 20. yüzyılın başındaki bu dönemde şehirde yaşayanlar sadece Kürtler ve Ermenilerdi. 60’lı yılların sonunda Hafız Esad’ın iktidara gelişine kadar burada Araplar hiç ama hiç yaşamadı. Batıdaki kaynağa Arap Bedeviler hayvanlarını getirdikleri için oraya “Arap pınar” anlamına gelen Ayn el Arab adı verildi. Baasçılar iktidara geldiklerinde hemen Kürtçe ve doğuda olduğu gibi bazıları Yahudilerin varlığına işaret eden isimleri değiştirdiler. Kalan tek Yahudi isim, şehrin batısındaki “Davud’un çiftliği” oldu.1915’ten itibaren zulümden kaçan Ermeniler bu buğday ambarına yerleştiler. Hemen çalışmaya başladılar ve ilk değirmenleri kurdular. Önce bir tane, sonra bölgede onlarca küçük değirmen. İlk demiryolu hattını inşa eden İngilizler yerel halktan insanları, çoğunlukla Kürtleri işe aldılar. İnsanlar böylece “company” için çalışmaya başlarlar. Kısa süre içinde “p” harfi yumuşatılır ve “combany”ye dönüşür. Daha sonra m harfi düşer ve önce “Kobany”, daha sonra da “Kobani” olur.”

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=kobanide-aragon-ya-da-voltaireden-kime-bahsedeyim-ki&haberid=8460

Doğru bir amaç için yanlış araçlar kullanmanın ahlaki boyutunu sorgulayabiliriz, ama yanlış bir amaç için doğru işler yapmanın günahı ne olacak? Unutmayalım küçük insanların büyük günahları olur!

Günahlarımızın bizleri değerli yalnızlıktan tehlikeli bir yalnızlığa sürüklediği coğrafyamızda, özgürlük ve eşitlik taleplerinin artık rafta kalmayıp, formel eşitlikten alanlarda görünür hale gelen eşitlik ve özgürlük taleplerinin siyaseten karşılığının alınması noktasına evrildiği görülmeli ve karşılığı da olmalıdır.

Evet, coğrafya kaderdir! Ama Alternatif Osmanlı Paradigması’nın  postmodern halifelik üzerinden hegemonik emperyal düşleri kötü bir  yanılsamadır.

Bitiriyorum!

Rivayet bu ya; bir Kürt-Alevi dedesi, bir Sünni-Türk imam ve bir Ermeni-Hıristiyan papazı (Tanzimat’la beraber, yanlarına bir de Yahudi haham katıp, faytonla sokaklarda bundan kelli gâvura gâvur demek yasak diye bağırarak dolaştırdıklarından olmalı), kol kola dolaşıyorlarmış.

Sıcağın altında karşılarına bir bağ çıkmaz mı; gireriz girmeyiz derken, girmişler bir güzel üzüm yemişler.

Bağın sahibi Sünni-Türk, bunları yakalamış.

Papaza: Hadi bunlar din kardeşlerim, sana ne oluyor, bağıma girip üzümlerimi yiyorsun deyip pataklamış. Alevi-Kürt dedeyle Sünni-Türk imam kıllarını bile kıpırdatmamışlar hatta -Yahu ucuz kurtulduk, ne de olsa din kardeşi sayılırız diye içten içe sevinmemişler de değil..

Bağ sahibi, Hadi hoca ile mezhep ve millet olarak ailedeniz; sana ne oluyor, papazla bir olup üzümlerimi yiyorsun deyip pataklamış Kürt-Alevi dedeyi; Sünni-Türk hocanın keyfi yerinde -Gözünü seveyim şu benim mezhebimin deyip için için seviniyormuş.

Ve nihayet, bağcı dönmüş soydaşı-dindaşı hocaya: Yahu hoca, biri Kürt, diğeri Ermeni, biri Alevi dedesi, diğeri papaz; engel olacağına nasıl olur da onlarla üzümlerimi yersin ha deyip onu da bir güzel pataklamış ve gitmiş oradan.

Üçü yara-bere içinde yarı baygın kıvranıyorken, hoca inleyen Alevi dedesine fısıldamış, Hışt Dede! Biz nerede hata yaptık biliyor musun? İnleyen dede sormuş Üzümleri yemekle mi? Hoca cevaplamış Yok yahu, başta en başta, papazı dövdürmeyecektik.

Evet, papazı dövdürtmeyecektik!

 

*1950’li yılların başında Ermeni çocukların Kobani’deki küçük gölde yüzmesi… Soldan ikinci çocuk Bedros Ekmanian. Bu fotoğraf Harout Ekmanian’ın kişisel arşivine aittir.

İmralı’daki Aziz: Kripto Öcalan!

101020140931150353809-3-CA40-62AB-F5CC

16.10.2014 03:18:25

Koca Mehmed Ragıp Paşa’ya ait olan beyiti hatırlayıp oradan yürüyelim isterseniz;

“Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun

Şecâ’at arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler”

Ne diyelim! gördüm ve arttırıyorum…

“Ülkeyi beraber kurtardık retoriği ve suçlu geçmişin ritüel tavırlarındaki eda ile bu lanetli harfler ülkesinde sadece kendi Kürtlerinle yürüttüğün sürecin, ebru’nin güzel ahengini yansıtan coğrafyanın kadim tüm ezilen halklarına rağmen barışı getirmesi mümkün değil” diye yazmıştım…

Ortodoksluk ve heterodoksluk üzerinden kapışmalar her zaman ve mekan ve her zeminde devam etmektedir.

Ve bu kapışmalar, bazen politik bazen dinsel bazen de toplumsal süreçler üzerinden yürüyor.

Ortadoğu’daki çatışmalar neticesinde yaşanan kaos ortamı devam ettiği sürece çözüm sürecinin demokratikleşme içinde sonuçlanması da pek mümkün görülmüyor. Özellikle bu kaotik süreçte Pkk, bölgenin önemli aktörlerden biri olmuştur. Yaşanan nesnel koşullarda Pkk’nin, silah bırakması hayalden öteye geçemez. Çözüm süreci geldiği nokta itibarı ile Erdoğan-Öcalan ikilisinin irade beyanlarını da çoktan aşmıştır.

Cemil Bayık’ın “barışa Öcalan, savaşa biz karar veririz” çıkışı da bu konjonktürde yaşanan bir kapışma olarak değerlendirilmelidir.

Ayrıca siyaseten Sayın Öcalan, Kürt Halkının gözünde İmralı Panteon’unun Azizi olarak görüldüğü sürece devletin İmralı’daki rehinesi olarak işlevselliğini yitirmez.

Devletin güvenlik bürokrasisinin önceleri “güvenlik boyutu” çerçevesinde muhatap aldığı Öcalan, zaman içerisinde Kürt sorununun çözümünün bir numaralı partneri olduğunu hissettirmiş ve görüşmeler “siyasal boyuta” evrilmişti. Sonra ki yıllarda bu müzakereler sayesinde, devleti içinden tanıyan ve devlet aklını en iyi analiz eden kişi olmuştur.

2 yıldır silahların susmuş olması ve çatışmasızlık ortamı çok önemli bir iklim yaratmışken “nasıl olsa Kürtler barışa mahkum” okuması üzerinden Akp’nin süreci iyi niyet beyanlarından öteye taşımamış olmasının tek dayanağı da rehine Öcalan’dır.

Akp, Öcalan’ın Kürtler ve Kandil üzerindeki gücünü her seferinde kendisi için test etmiştir. Kandil’dekiler de dünyanın bu belalı coğrafyasında Pkk’yi yıllardır her başı sıkıştığında içine düştüğü olumsuzluklar ve açmazlardan fırsatlar yaratarak çıkarmış olan önderliğe yarı tanrısal bir misyon yüklemiştir. Yani Kandil için de 1998 öncesinde ve hatta sonrasında muhtelif kereler bu teyit edilmiştir.

Test edilip onaylanan her başarısı görünürde Öcalan’ı güçlendirse de, aslında bunun çözüm sürecine katkısı sınırlıdır.

Sürece en önemli katkı Türkiye halklarının birlikte yaşama iradelerinde gizlidir.

“Müzakereye tabi ilkelerin toplumun nesnel gerçeklikleriyle örtüşebilmesi, paydaşlık yaratabilmesi ve tüm bunların şeffaf bir şekilde anlatılabilmesi ve sonuçta tarafların ikna edil(ebil)mesi gerekmektedir.

Sürecin ekonomik, siyasal ve sosyal kazanımlarının günlük hayata yansıtıldığı oranda toplumsal talebi de artacaktır.” Demiştim.

http://blog.radikal.com.tr/politika/savasirken-korkmayanlar-75672

Gelelim zurnanın zırt dediği yere!

Peki kardeşim! soralım o zaman; her sıkıştığında ihtiyaç duyduğu düşmanı hemen yanı başında bulan Tekerrür Cumhuriyeti’nin gitgel aklı neyin kafası?

Hop sıkıştık! gelsin “Ermeni dölü” …

Öcalan aslında “Artin Agopyan” dır, ailesinin yaşadığı Amara (Ömerli) köyü de eski bir Ermeni köyüdür, 1915’te Kürtleşmişler, isimlerini ve dinlerini de değiştirmişlerdir. Zaten terörist başı Kürtçe de bilmez!

PKK dıştan bir Kürt hareketi gibi görünür ama içten bir Kripto Ermeni, Pakraduni, Kripto Haçlı, Anadolu’yu tekrar Hıristiyan yurdu yapma, Büyük Ermenistan hayalini gerçekleştirme hareketidir!

Zaten Paris’te öldürülen PKK kurucularından Sakine Cansız da Ermeni çıkmıştır!

Affedersiniz! Ermeni’nin bir küfür sayılması meselesi bir yana, acaba neden düşmana her ihtiyaç duyulduğunda ilk, Ermeni deme ihtiyacı hissediliyor?

Toplumsal nefretin meşru hâle gelebilmesi için düşmanın “bizden çıkmış” biri olmaktan çıkartılıp “aforoz edilmiş” biri haline getirilmesi gerekiyor. Yani bir şekilde ihanetin öznesinin Türk’lüğün dışına çıkması yetmiyor, Müslümanlığın da dışına çıkması gerekiyor. Bu noktada da “sünnetsiz Ermeni hainliğinden” daha makul ne olabilir ki?

“Ümmetçilik üzerinden yeni Türk-Kürt ittifakı “ayaklar altına alınan” milliyetçilik ile kadim Anadolu Halklarının hiçe sayılması üzerinden yeniden kurgulanıyor. 1915 kıyımı, Trakya pogromu, mübadeleler, 6-7 Eylül, Ezidi ve Süryanilerin sürgünü bile yetmedi; yeniden kurgulanan düzen!de Cumhurbaş(ba)kanı RTE’nin deyimiyle “…Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez, Abazası var hatta var oğlu var…” ama bu toprakların kadim Müslüman olmayan halkları Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Ezidiler ve Süryaniler her zaman ki gibi yoklar!”

http://blog.radikal.com.tr/politika/ucuncu-yolyes-we-can-73416

Son olarak ta, Merd-i kıbtî İ. Melih Gökçek beyefendiler şecâat arz ederken sirkatin söylemişler… (Ha bu arada çok affedersiniz! Vatanına bağlı Çingene kardeşlerimizi tenzih ederim)

Karanlık dehlizler kentinin şehremini! Şöyle tivitlemiş;

 

Devlet aklının ve Akp’nin siyaseten tüm Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları gibi Kürt yurttaşlarına da biçtiği rol seküler ve demokratik değil ortodoks sünni muhafazakarlık üzerinden tariflediği Kürtlük rolüdür.

Müzakerelerin işbaşındaki seçilmiş hükümetle yürütülmesi doğaldır. Ve bu siyaseten doğrudur. Ama unutulmamalıdır ki barış halklar arasında gerçekleşecektir.

Akp’nin bu süreçte çözümden anladığının demokratik çözüm olmayıp Kürt Özgürlük Hareketinin çözülmesi hatta Pkk’nin buharlaşması olduğu da görülmelidir.

Homo Erectus’ların Moronlar Cehennemi…

542823132206db73039b1e19-8754-A175-E3AB
01.10.2014 20:54:22

Homo Moronicus’ların dünyasındaki yeni Homo Erectus’ lar nasıl düşünürler…

Ne demişti Amberin Zaman; “Düzeni sorgulayanlar arasında önce kadınlar hedef seçilir. Beyinleri değersizleştirilmek, cesaretleri kırılmak istenir.”

http://www.taraf.com.tr/yazilar/amberin-zaman/vurun-kahpeye/30623/

Olguları zamanın ruhunda değerlendirmenin her zaman pragmatik bir tavır olduğunu düşünmüşümdür.

Öncelikle yaşadığımız akıl tutulması üzerine anakronik okumalar…

Artvin’in Hopa ilçesinde hayatını kaybeden Metin Lokumcu’nun ölümünün protesto edildiği olaylar sırasında panzer üzerine çıkan ve Kızılay’da polis müdahalesi sonucu kalçası kırılan Dilşat Aktaş’a “…bakıyorum bir televizyon kanalında Ankara’da bir polis panzerine tırmanan bir tane kız mıdır, kadın mıdır bilemem.”

Nuray Mert için,  “Bir bayan gazeteci köşe yazıları yazıyor, zaman zaman televizyonlarda da yorumlar yapıyor. Son yıllarda kendini kaybetmiş şekilde AK Parti’ye karşı kin kusuyor…Açık açık söylüyorum, bu mertlik değil, namertliktir. Böyle bir izansızlık, densizlik olur mu?” 

“Sezaryenle doğumlara karşı olan bir başbakanım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum… Yatıyor-kalkıyorsunuz; Uludere diyorsunuz. ’Her kürtaj bir Uludere’dir’ diyorum. Bu milleti dünya sahnesinden silmek için sinsice bir plan olduğunu bilmek durumundayız.”

“Üniversite öğrencisi genç kız, erkek öğrenci ile aynı evde kalıyor. Bunun denetimi yok. Muhafazakâr demokrat yapımıza bu ters! Vali Bey’e bunun talimatını verdik. Bunun bir şekilde denetimi yapılacak.”

Ankara metrosundaki “Edepli davranın” anonsunu için: “Soruyorum: Bu toplumun içerisinde değerlerine saygı isteyen anne-baba, affedersin, kızının, birilerinin kucağında oturmasını ister mi? Ama bu toplumun içerisinde bunlar yapılıyor ve birileri de bunu teşvik ediyor”

“Birisiyle kalkarsın aynı bankta yan yana oturursun, sohbetini yaparsın, şudur budur vesaire, detayına girmeye gerek yok. Siz de bir yere kadar saygıyla karşılarsınız. Tayyip Erdoğan olarak ben karşılamam, ayrı mesele. Ben inanıyorum ki bu toplumun içerisinde yüzde itibarıyla kahir, ekseriyeti, karşılamaz” 

“Dolmabahçe’de Başbakanlık Ofis’e gittiğimde ofisimin önünden Kadıköy’den gelenlerin durumunu görüyorum. Bütün bu durumları gördüğüm zaman, bunlar benim aslında kendi değerlerimle uyuşan şeyler değil.”

“Tecavüze uğrayan kadınlar da kürtaj olmamalı. Gerekirse devlet bakar”

“Hamile kadınların sokağa çıkması terbiyesizliktir”

“Bir hanım, aşırı dekolte ile bir yere giderse kabul edilebilir mi? Dün merkez medyadan bir kanalda, bir yarışma programı vardı. Bir baktım, sunucu öyle bir kıyafet giymiş ki olmaz böyle kardeşim. ‘Public’ yani umuma açık yayın yapan televizyonlarda kıyafet seçiminin bir hassasiyeti vardır. Kimsenin kıyafetine karıştığımız yok. Aşırı bir gece kıyafetiyle gelip çok seyredilen bir televizyonda sunuculuk yapabilir misin? Bu hoş karşılanır mı? Dünyanın hiçbir yerinde bu hoş karşılanmaz.”

Amberin Zaman’a Malatya mitinginde; “Haddini bil edepsiz kadın!”  Ankara mitingde de, “Doğan Grubu’nun yayın organında, görsel medyada çıkıyor bir tane aşağılık kadın, affedersin onun yanında Müslümanlara hakaret ediyor. Bunda ise ses yok. Şu hale bak. Kimsin sen ya? Sen kimsin? Önce haddini bil.”

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) “Zorunlu din dersine son verilmesi” yönündeki kararına yönelik: “Aslında bu yanlış bir karar. Batı’da bunun uygulaması yok. Böyle bir şey olmaz. Dünyanın hiçbir yerinde, bir örnek veriyorum zorunlu fizik dersinin, zorunlu kimya dersinin, zorunlu matematik dersinin tartışma konusu olduğunu göremezsiniz. Ama ne hikmetse zorunlu din ve ahlak dersi her zaman tartışma konusu olur. Eğer zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri zorunlu olsun mu olmasın mı? Diye tartışılacaksa uyuşturucu bağımlılığından neden şikâyet ediliyor. Terörden, şiddetten, ırkçılıktan, antisemitizmden, İslamofobi’den neden şikâyet ediliyor.”  

Bir taraftan çok nesnel bir tavırla “Gazze’de çocukları öldürenleri alkışlamanın insanlık suçu olduğunu” ifade edip Birleşmiş Miletler ve diğer uluslararası platformlarda uluslararası adaletten bahsedip “Dünya 5’ten büyüktür” mottosu ile İsrail, Sisi ve Esad üzerinden tüm dünyaya giydireceksin! diğer taraftan 1989’da seçimle iş başına gelen Başbakan Sadık el Mehdi hükümetini deviren,  Ekim 1993’te de kendisini iktidara getiren askeri cuntayı dağıtarak, ülkesinde İslamcı bir yönetim oluşturmak amacıyla kendisini sivil devlet başkanı ilan eden, Darfur’daki katliamlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlemekten hakkında tutuklama emri çıkardığı Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan El Beşir’e ev sahipliği yapacaksın.

Mütemmim cüzü Sünni İslam referansları olan heyula ruhları esir almış sen aklımızı koru Ya Rabbi!

Son olarak ta, ontolojik evsizlikten küresel yersizliğe diyerek Erasmus’u Orgasmus olarak nitelendirme zevzekliğine vardık!

“ ‘Erasmus kuşağı’ geliyor! Ülkesine, insanına, ruhköklerine yabanlaşmış, mankurtlaşmış ve ‘ahmaklaştırılan’ bir kuşak bu! Erasmus projesi, eğitim projesi değil, yozlaşma, cinselliği putlaştırma, cinsellik peşinde koşturan ‘ahmaklar sürüsü’ yetiştirme projesidir! Erasmus, ‘rezalet’ bir iş demiştim, bir zamanlar. Erasmus bursu alan öğrenciler arasındaki gayr-ı meşrû ilişkiden bir milyon (!) çocuk doğmuş! Skandal bu! ”

Bazıları Medeniyetlerin Buluşması’nı  “bulaşma” olarak algılamış olacak ki farklılıklarımızın bizi ayıran değil birleştirmesi gereken unsurlar olduğunu unutup; ırklar, dinler ve kültürler arası çatışma yerine evrensel değerlerde buluşma, diyalog ve barışa yönelik projeleri salt cinsellik içeren tamlamalar ve bakış açıları üzerinden yorumluyor…

Erasmus Programı, Türkiye’de Avrupa Birliği Bakanlığı’na bağlı Ulusal Ajans tarafından koordine ve finanse edilen, yükseköğretim kurumlarının işbirliğini, öğrenci ve akademisyenlerin kısa süreli olarak bu işbirliği çerçevesinde farklı ülke ve üniversitelerde deneyim kazanmasını teşvik eden Avrupa Birliği projesidir.

Bu konunun istismara açık, özensiz ve düzeysiz bir şekilde kaleme alınması üzerine Avrupa Birliği Bakanlığı açıklama yapma durumunda kalmıştır.

http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=49729&l=1

Ahlak temelli bakış açılarımızda her zaman kadın cinselliği ve tabuları üzerinden okumalar yapılması tuhaf değil mi? Örneğin niye kadın öldürülerek namus temizlenir!

Seküler toplumun genel ahlak algısının evrensel değerler ve kadın-erkek eşitliği üzerinden işlemesi beklenirken, Sünni İslam’ın Muhafazakar eril penceresinden bakanların ahlak ve namus kavramlarını kadın üzerinden cinsellikle tanımlamalarının; kadına yönelik baskıları teşvik edip, kadını istismar eden “namus bekçiliği”  ile sonlanmasının kaçınılmazlığı yaşanıyor.

Bu “ahlak bekçileri” haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık ve yolsuzluklar karşısında dilsiz şeytanı oynarken kadın ve transfobik nefret cinayetleri karşısında tecavüz kültürünün türlü varyasyonlarını arz-ı endam ediyorlar…

Moronist’lerimizin ufkunu ne kadar açmıştır bilinmez ama en azından Cumhurbaş(ba)kanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından ‘rol model’ olarak alındığından bahsedebileceğimiz ve bazılarımıza yok artık dedirtecek bir benzerlikle devam edelim;

 “Bir hükümet seçildiğinde, o hükümet politika saptama, uygulama ve kısaca hükümet etme konusunda serbest olmalıdır. Vatandaşlar, seçme haklarının aynı zamanda sınırlar ve sorumluluklar taşıdığını da anlarlarsa, demokrasi aşırı bir özgürlük ya da anarşiye dönüşmez.“ diyen Mahathir bin Muhammad, Malezya’da 1981-2003 yılları arasında genel seçimleri 5 kez üst üste kazanmıştır.

Mazbut bir evliliği ve yedi çocuğu vardır.

Onun “babayiğitliği” sayesinde 1983 yılında Malezya ilk yerli otomobili “Proton” a kavuşmuştur.

Kendisine karşı 1987’de düzenlenen siyasi saldırılara, ülkesinin sert güvenlik yasalarını kullanarak karşılık vermiş; muhaliflerini yargılanmadan tutuklatmış, gazeteleri kapatmış, tüm bu uygulamalara karşı çıkan üst düzey yargıçları ise görevlerinden almıştır.

George Soros’u spekülasyon yaparak, Malezya ekonomisini krize sokmakla suçlamıştır.

Uluslararası Para Fonu’na meydan okumuş, ülkesini krizden çıkartmak için “İnşaat Ya Resulallah” demiş;  Petronas İkiz Kuleleri dikilmiş, ‘çılgın proje’ ler Putrajaya ve Cyberjaya şehirleri inşa edilmiştir.

Yahudilerle ilgili görüşlerini de “…İsrail ve Yahudiler de terörist devlet ve halktır.” veciz cümlesiyle özetlemek mümkündür.

20 Şubat 2003’den 31 Ekim 2003’e kadar Bağlantısızlar Hareketi Genel Sekreterliğini yapmıştır.

Teşbihte hata olmaz da tespit te ne olur?

“Otoriterlik antidemokratiklik anlamına gelmez…AKP siyasi sisteme doğrudan, kültürel zemine ise söylemle müdahale ederken, sosyolojik ana dinamiklerin hiç birine müdahale etmediği gibi onların önünü açıyor. Bu yaşanan son yüz yıl içinde en radikal demokratikleşme stratejisidir…Yöneten iktidar zihniyet olarak sıkça ataerkil ve bazen otoriter olsa da. Türkiye’nin son 12 yılı siyasi açıdan bir demokratikleşme hikayesidir.”  

Bu oksimoronu yutar mıyız? bilmem ama!

Aziz Nesin neler kaçırdığını bilseydi…

 

Gel Tezkere Gel

112280840-tn24-0-tez-C316-B5FA-5BAE
25.09.2014 16:58:28
“Her Türk’ün asker doğduğu!” coğrafyada tezkere beklemekle geçer anaların ömürleri!
Başlatılan ama türlü bahaneler ve ayak oyunlarıyla ilerletil(e)meyen Çözüm Süreci’nin ve “Analar ağlamasın” mottosunun tezahürü değil ama, tuzu kuru politikacıların mangalda kül bırakmadıkları, hamaset dolu cümleleriyle bugün gündemde olanı başka; hasretin biteceği değil yeni acılara yol açabilecek olanı…
Artık ezberlerimizde kalan “terörün kökünü kazımak” için 10 yıllardır çıkardığımız tezkerelere yenilerini ekleyeceğiz. Ama asıl paradoks da burada başlıyor sanırım. Ve Akp Hükümetinin bu konudaki ikircikli tutumunu da anlamlandırabiliyoruz!
 Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin inkar ve imha politikaları yürüten ulus devletçi anlayışlarına karşı öngördüğü;     “Demokratik özerklik; Kürdistan toplumunu Siyasal, Hukuki, Öz Savunma, Sosyal, Ekonomik, Kültürel, Ekoloji ve Diplomasi şeklindeki sekiz boyutta örgütleyerek siyasi irade yapıp, Demokratik Özerk Kürdistan inşasını hedeflemektedir.” ,
“Kültürel, etnik, cins, inanç farklılıklarının özgün ve özerk örgütlenme hakları olmalıdır. Bu halkların (Asurî-Süryani-Keldani, Arap, Ermeni, Azeri) ve Ezidi-Alevi gibi inanç topluluklarının Demokratik Özerklik içinde kendilerini temsil etmelerine önem verilmelidir.” ve “Kürdistan toplumu daha bugünden sadece Türkiye’nin değil, tüm bölge ülkelerinin en büyük demokratikleşme gücü haline gelmiştir. Kürdistan Özgürlük Mücadelesi, Kürdistan toplumunda gerçekleştirdiği demokratik, sosyal ve kültürel devrimle başta Türkiye olmak üzere Ortadoğu’nun demokratikleşmesi açısından büyük bir güç ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla Demokratik özerkliğin inşa süreci, bölgenin demokratikleşmesini de beraberinde getirecektir.” söylemleri doğrultusunda 14 Temmuz 2011’de ilan ettiği Demokratik Özerklik talebinin pratiği 4 yıldır devam eden Suriye İç Savaşı nedeniyle merkezi otoritenin kalmadığı otonom merkezlerin daha kolay oluşturulabildiği Rojava’da geliştirilmiştir.
Model olarak Rojava Devrimi tam da DTK söylemeleri doğrultusunda Türkiye toplumu içinde laboratuvar rolü oynamaktaydı. Dolayısıyla Çözüm Süreci’nin geleceği ile Rojava Devrimi’nin ilişkilendirilmesine bu bağlamda bakılmalı.
Rojava’nın; zihniyet itibarı ve örgütsel paralellikler nedeniyle, Pkk ve dolayısıyla Öcalan’a yakın bir siyasi akım olduğu sır olmayan en etkili ve güçlü siyasi hareketinin, PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in geçtiğimiz ocak ayında Türkiye’ye yönelik şu çığlığının da hiç dikkate alınmadığı gözlerden kaçmamalı:  “Karkamış kapısı, Nusaybin, Akçakale kapısı… Bunların hepsi Kürt bölgelesinin kapıları ve İŞİD’in elinde. En azından Kobani’den bir kapı açalım insani yardım için dedim. Söz verdiler ama açmadılar. Hatta biz halkımıza ‘Türkiye bize yardım edecek’ diye propaganda yaptık. Belki bir 20 kamyonun geçişine izin verdiler Dırbisi’ye. Sonra tekrar kapattılar. Biz onlara Türkiye’ye hiçbir zaman düşman olmayacağımızı anlattık. ‘Sınıra bakın Kürtlerin bulunduğu yerlerden Türkiye’ye karşı bir tek silah sıkılıyor mu’ dedik.”
KCK Yürütme Komitesi Üyesi Murat Karayılan tarafından, IŞİD’in Kobanê’ye düzenlediği saldırılarla ilgili olarak, “Kobanê saldırısı ile Kuzey’deki süreç aslında bitmiştir. Son sözü başkan Apo söyleyecektir” şeklinde dillendirilen çatışmasızlık şartının Rojava’yla ilişkilendirdiği ayrıca KCK Yürütme Konseyi’nin, “Kobanê’de olduğu gibi Kürtlere karşı savaşı her türlü askeri, siyasi, lojistik destekle IŞİD’e ihale eden AKP hükümetinin bu politikasına karşı sessiz kalınmayacaktır. Bakur’da çatışmasızlık, Rojava’da ve Başur’da savaş politikası kabul edilmeyecektir”  şeklindeki açıklamaları yakın bir gelecekte Akp Hükümetinin uğraşması gereken en büyük sorunu teşkil ediyor.
Önceden emperyalistler ve bölgesel işbirlikçileri tarafından Suriye İç Savaşında geçer akçe olan bu Selefi çetenin (yanlış anlaşılmasın! IŞİD’i kastediyorum) özellikle Merkezi Irak Yönetiminin kontrolündeki Sünni Müslüman aşiretlerin yoğun olarak yaşadıkları ve (Şii) Maliki yönetiminden hoşnut olmayan unsurların da desteği ile önce Tikrit, Felluce, Samara’da palazlanıp ardından Musul’u ele geçirmesiyle başlayan yürüyüşü, Kerkük’e saldırması Hewler’e (Erbil) göz dikmesi ve Şengal’de yaptığı soykırım ile doruğa çıkmıştı. Sonrasında Irak ve Suriye’nin özellikle petrol ve rafineri tesislerinin bulunduğu bölgelerine doğru yayılması hem coğrafi hem de etnik ve mezhepsel olarak daha kolay oldu. Bu bölgeler hem nüfus yoğunluğu bakımından sayıca az ve tam da onların istediği kompozisyondaydı. Sırasıyla Ramadi, Rakka, Haseke bölgelerine yayıldılar. Açılan Sünni koridorun neticeye varması daha önce El Nusra çetesinin elinde olan Telabiyad-Akçakale kapısına ulaşması ile mümkündü…Evet lojistik anlamda baktığımızda Rojava Kantonları içerisinde niye buraya güçlü bir şekilde saldırıldığı Kobanê’de niye bu kadar çok gürültü çıktığını şimdi sanırım daha iyi anlayabiliriz.
Gelelim Akp Hükümetinin durumuna…
Musul’da verdiği 49 rehineyi de bahane ederek Cidde Bildirgesine imza atmayan Türkiye hemen ertesinde 101 gün sonra rehinelerine! kavuştu…Yapılan operasyonun! ardından kutlamalar bittiğinde gerçekle yüz yüze kalınacaktı…Cidde ve Batı Koalisyonu Türkiye’yi IŞİD’e karşı yapılacak operasyonlarda birlikte hareket etmeye zorlarken diğer taraftan Pkk çizgisindeki PYD ile omuz omuza savaşma açmazıyla karşı karşıya kalan Akp Hükümeti bu durumdan da yeni bir alâmet-i fârika yaratır mı? bekleyip göreceğiz.